Yaşam Büfesinde “Damdaki Adam”

“…Spor salonunun çatısı eskimiştir. Bir yerinde tahtalar kırılmış, kiremitler düşmüş, büyücek bir delik oluşmuştur. Kışın içeri giren yağmur suları spor yapılmasını zorlaştırmaktadır. Uzun süredir sorunu sahiplenen çıkmamıştır. Kanıksanmıştır. Birgün adamın biri eline bir keserle birkaç çivi alıp çatıya çıkar. Sorunun boyutu tek kişinin çabasını aşmaktadır. Adam yılmaz. Sakince birkaç gün çatıya çıkıp keser ve çiviyle uğraşını sürdürür. Birkaç gün sonra bir başka adam eline birkaç tahta parçası alıp çatıya çıkar ve ilk adama katılır. Bir hafta sonra onları gören bir diğer adam da üç beş kiremit alıp çatıya çıkar. Çatıda bir ekip oluşmuştur. On gün sonra onları gören komşu Ayşe teyze spor salonunun yanına küçük bir tüp getirip çatıda çalışanlara çay yapar. Ekip daha bir fazla hevesle çalışır. İki hafta sonra çatıdaki sorun giderilmiştir…”

Merhaba

Yazımın girişindeki adam keman çalmasını biliyor mu ? bilmiyorum. Bu nedenle ona “Damdaki Kemancı” diyemiyorum.

Geçen gün Netdirekt’in terasında çayımı yudumlarken bir diyaloga tanık oldum. Uykusuz gecenin ertesi sabahında (öğle olmuştu) yorgun yönetici elindeki elektronik aygıtla yeni geliştirdikleri oyunun performansını incelerken yeni, acemi üretici “salıncağın vidaları gevşemiş” dedi. Bu diyalogun devamını aşağıda göreceksiniz.

Fırsatlar cama konan kırlangıç gibidir. Postacı gibi kapıyı iki kere değil bir kere çalarlar ve hatta çalmazlar tıklatırlar. Ya duyarsın ya da duyamazsın. Uyanık olmak gerek. Değerini bilmek gerek. Yazımın girişindeki öyküyü Prof. H.Latif’in “Fraktalist Yönetim” kitabında okumuştum. NewYork Belediye başkanı da yaygınlaşan anarşi ile mücadeleye başlarken önce eski binaların kırık camlarını onarmakla, yenilemekle işe başlamıştı. Demek o da yetmişli yıllardaki Enstitümdeki Şeref abi gibiymiş. Bu Şeref abi önceki yazımdaki orangutan türünü kurtarmaya çalışan kıllı Şeref abi değil; bu Şeref abi her işimize koşan, uzatılan her hıyara “tuzu bendedir” diye atlayan “Bok Yedi Başı Şeref Abi“ydi.

Köyün bir birinde çok aktif bir boğa varmış. Yılda yüz aşım yaparmış. Karar vermişler ve bu boğayı sahibinden satın alıp Devlet Üretme Çiftliğinin (daha sonra isimleri TİGEM oldu ve özelleştirme sürecinde önemlerini koruyamadılar) ahırına koymuşlar. Boğa yılda bir aşım yapmaya başlamış. Şaşırmışlar. “Hayrola ne oldu ?” diye sormuşlar boğaya. Boğanın yanıtı çok netmiş “Ben devlet memuru oldum” demiş. Demek ki devlet memuru olunca boğa bile keyfinden vaz geçip rehavete dalmayı yeğlemiş…

Bizim terastaki üretici de damdaki adam benzeri davranmak yerine “Salıncağın vidaları gevşemiş” demek yerine eline bir anahtar alıp sıksaydı ve bunu birazcık da hissettirebilecek görselliğe (şov demek istemesem de W.Allen diyor ki “Yaşamın %95 şovdur“) dökseydi “camdaki kırlangıçın değerini” anlardı. Yeni (acemi) üreticinin bu sözlerini duyan yorgun yönetici sakin bir şekilde “eeee !” dedi. Üretici devam etti : “Düşebilirler de…”. Yönetici yorgunluğuna rağmen serinkanlılığını sürdürdü “Sıksaydın“. Üretici pişkin “Elimle sıktım ama anahtar gerek“. Yönetici sabrını sınırlarına yaklaşırken yeni bir şans verdi: “Getir bir anahtar ben sıkayım”. Üretici mesajı almadı; bir adım atmadı. Üreticinin ilk amiri olan bir başka ara yönetici vaziyeti kurtarmak için araya girme gereğini hissetti ve “Alyan anahtar lazım da...”. Yorgun yönetici pes etti ve elindeki elektronik alete dönüp yeni geliştirdikleri oyunun işleyişinin incelemeye başladı. Mutlaka içinden “ya sabır “çekmiştir. Çünkü bu yeni üretici ekibin bakım, onarım ve montaj işleri için kadroya yeni alınmış olan ve her tür alet ve malzemeye sahip olan bir bireyi idi. Ne yazık ki penceresine konan kırlangıcı içeri kabul etmeyip de kış geçtikten sonra özleyip dönen kırlangıçlara soran adam gibi kırlangıçların ömürlerinin altı ay olduğunu anlamamıştı. İnşallah zaman ona bu fırsatı verir.

Şimdi biraz daha geriye gidip onbeş yıl önceye döneyim. CINOS’un üçüncü evresindeyiz. Henüz iki İsviçre kültürünü özümseyememiş NO Grubuna katılan İngiliz ZE Grubuyla Synleşen ekip ne kuvvetlerin ayrılığı prensibine ısınabilmişti ve ne de altı aylıkken birden alt üst olan üst yönetim boşluklarında ve coğrafik kopuşlarında kendine gelebiliyordu. İstanbul merkezde tam bir panik havası vardı. Bu durumda Fethiye’den Mersin’e onbeş günlük “Seferberlik İlanım” ve Malatya ve Bursa’dan “Devşirme Güçlerle” Giresun ve Nevşehir’e açılan projeli eylemlerde tıpkı damdaki adam gibiydim. Daha sonra bu girişimlerimi “Emergency Management” çerçevesi içinde kriz zamanında ekibi derlemek adına kavramlaştıracaktım. Benzerini Cumalaşan Pazarlar deyimiyle “Hacker Etiği” kitabında görebilirsiniz. Bu yaptıklarım için ne yetkim vardı ne de sorumluluğum. Bu sınır tanımayan atılımlar nedeniyle çoktan bitmesi gereken CINOS yaşamım daha dokuz sene sürecek ve tıpkı MDM1997 (Market Development Manager)  gibi CDM2005 (Competence Development Manager) yeni görev yaratımlarıyla benden yararlanmayı maksimize edeceklerdi. “Hacker Etiği” kitabındaki “Cumalaşan pazarlar“ı unutmazsanız; uykusuz gecelerden sonra İstanbul’a açılan Doğa Manzaralı yeni yerleşimden, Yunt Dağında rüzgar bekleyen kanatlardan, İzmir’in pekçok yerinde bedava internet hizmeti verme yarışından mutlaka aydınlığa çıkarsınız. Yeter ki…

Kerem’in Teknoloji Zirvesinde dediği gibi “hiç bir emek boşa gitmiyor“. Cama konan kırlangıç misali fırsatı yakaladığınızda dama çıkmaktan çekinmeyin keman çalamazsanız bile. Unutmayın ki emeksiz yemek olmuyor yollarınız hep aydınlık olsa da…Bugün Çeşme’de yaşadığımız mutlu, umutlu ve gururlu “Anneler Günümüz”de Pakistan’lı Ümit’in ve Karşıyaka’lı Pınar’ımızın özlemini çeksek de varlıkları ve telefonda sesleriyle minnet ve şükran dolduk. Allah hepinize nasip etsin.

Öykücü