Yaşam Büfesinde “BEBE RUHİ”

“…Yeni bir hafta başlıyor. Global çalkantılar içinde “Bebe/Efe” çekişmeleriyle aklımızı yoruyorlar. Birileri bizimkilere strateji danışmanlığı yapmalı. Bugün sabah yürüyüşünden önce “Sözcü“ye baktığımda odaklı davranan Ayakkabı Kutusu Perilerine karşılık salon adamı, profesör ve görüntüsü güven vermesine karşın sıraladığı onlarca olumsuzlukla odağını kaybetmiş, dağınık, dümen suyu takipçisi Koç kardeşimizin söyledikleri buhar olup uçacak; ne kalplere ne de ruhlara girmeyecek. Şunun şurasında seçime ne kaldı ? Ellerinde bunca materyal varken hâla beceriksizlik. Nereye kadar ? Bebe sırıtmaya devam edecek. Saray mı külliye mi sürerken etrafımızdaki ateş çemberi yakacak. Yürüyüş sonrasına jimnastik aletlerinde ayaklarımı sallarken rahmetli babamın söylediği “kahveci çırağı gibi sallama ayaklarını” uyarısını anımsadım. Aletlerin yakınında kafemiz var; etrafı olimpik havuzlu çok güzel bir yer ve orada geçen akşam bir toplantı yaşadım. Gruba ve tepkilere baktım. Yapılan haksızlıklara üzüldüm. Öfke beraberliğinin güçlendirdiği acımasızlıklardan ürktüm. Bu yaklaşımları hafifletmek için”sevimli dostlar da ısırabilir” sözüne sığınmak bile ruhumu yumuşatmadı…”

Merhaba

Havalar az da olsa ısınmaya başladı. İzmir’in Ege’nin soğukları bu kadar. Erzurum’da -28C derecesini yaşadığım kırk altı yıl öncesinde Sarıkamış’taki ordugahımızı anımsadım. Rahmetli Aydın Erten’in gurbet arkadaşlığındaki gülen yüzünü ve sıcaklığını özledim. Özlemlerim artınca geçen yıl Ocak başında yitirdiğim rahmetli Ertuğrul’u özledim. Doğduğum gün vefat eden rahmetli M.Ali Birand’ı özledim. Bugün yetmiş yılın ikinci gününde Ocak ayının gelgitlerinin etkisindeki artış aslında ilerleyen yaşın zorunlu deneyimlerinden…Ne diyelim ? Sağlık olsun. Cumartesi Çeşme’ye gittiğimizde tüm Japon güllerinin ve Begonvillerin (Gelin Duvaklarının) dondan öldüğünü gördüm. İçim buruldu. Yine de su borularımızın patlamamış olduğunu görmek teselli verici…

Dün akşam Kule’de bir düzine COPCU olarak mükemmel bir kutlama yemeğindeydik. Bunu özel kılan benimle birlikte torunum Barış’ın yaş günüydü. Ben 70 e Barış 15 e bastık. Çevremizdeki sevgiler, gülen gözler, sıcak sarılmalar ülkesel açmazların baskısında azıcık da olsa ruhumuzu aydınlatıyor. Buna da şükür. Zorunlu şark hizmeti (!) nedeniyle Lahor’da olan sevgili Ümit’in yokluğunu gelişen iletişim olanaklarıyla aşmaya çalışırken günler hızla akıp gidiyor. Hafta sonunda Ümit de aramızda olacak (Allah nasip ederse) ve Bursa’dan İzmir’e transferde yeni bir süreç hızlanacak. Sağlık ve esenlik içinde olmasını diliyoruz.

Geçen yıl bu günlerde bir genel kurul toplantısında eski yönetici yorgun günlerin etkisiyle, aşırı eleştirel soruların yarattığı gerilimle mutsuzdu; şikayet doluydu. Sekiz yıllık yönetim yıpratmıştı. Bıkkınlık oluşmuştu. Bir de sistem hatalarının yüklediği geçmişe dönük ödeme zorunlulukları eleştirileri artırmıştı.  Öyle ki yıllık toplantıda genel kurula yazılı bir faaliyet raporu bile sunmayı gerekli görmemişti. Bir şeylerin ya da bazı şeylerin veya pek çok şeyin tavsadığı açıktı. Nöbet değişimi gerekliydi. Ne var ki hepimize göre o, bu konuda bilgiliydi, ilgiliydi, zamanı vardı, işin uzmanı olmuştu. Devam etmesi için ısrarlıydık. Tek aday olarak oy birliği ile seçildi. Toplantı bitmek üzereyken ne olduysa (sanırım tek odaktan gelen eleştiriler sürüyordu ve onun da canına tak etti) hemen ardından (daha genel kurul bitmeden) istifa ediverdi. Grup ne olduğunu anlamadı. Toplantı başkanı en çok eleştireni aday gösterip yeniden seçim yaptı ve o aday da görevi kabullendi. Ertesi gün eski yönetici pişman oldu. Yenisini devirmek için birkaç adım attı. Olmadı. Dönem gelgitli geçti. Dönem sonuna doğru yeni yönetici verilen yetki ile bir projeyi yaşama geçirdi. Yapmasa iyiydi. Böyle olacağı belliydi. Sınırlarını (seçim yaparken) zorladı. Öfke beraberliği bir cephe oluşturdu ve dün akşam çirkin bir toplantı atmosferi yaşandı. Eskisi yeniden devredeydi. Doğrudan istemez görünse de duruma bakıp kendine bir vazife çıkardı. Haksız da sayılmazdı… Ne var ki hınçları, öfkeleri artmıştı.

Bir dostum: “Öfke gelir göz kararır; öfke gider yüz kızarır” demişti. Haklıymış. Bir ara korktum komşuluk ve dostluklar adına. Bereket seçim sonrası gönül alma gayretleri önce çıktı da… Çıktı da ne oldu ? Bilmem. Onu burula yüreklere, kırılan kalpler sormak gerek ya da “boş vermek”…Geçen yıl söyleyemedikleri içinde birikmişti. Buna rağmen aday olarak “var mısın ? yok musun ?” sorusuna yanıtını netleştirmek için uzun süre gitti, geldi. Öfke birikimi ile kimi saldırılar komşuluk ilişkilerine zarar verecek noktaya geldi, gitti. Birinin ötekine, “sen bana hırsız dedin” sözleri yüreğimi burktu. Ardından yerini bilemedi, konumunu düşünemedi ve “benim denetçim X olsun” diye kendi denetçisini önerdi. Böylesi hiç görülmemiştir. Denetim, yönetimin yandaşı değildir. Bilakis “challeger”ıdır. Ne var ki bugün bu yaklaşımın söylemi olan “sen benim denetçim ol” demek yadırganan bir durum değil. İlginç. Aslında bu durum “imam ve cemaat” meselesi. Çivisi çıkınca dünyanın bu sözünü ettiklerim bir hiç ve abesle iştigalden öte değil. Bugünün adalet sistemindeki atamalar gibi, yandaş seçimi gibi bir oluşumun nesi yadırgansın !.. Yine de bu güzel ortamdaki beraberliklerimizde iyi niyetten kuşkum yok. Sadece bu yaklaşımın ne tür bir etik sıkıntı yarattığının farkında değiller… Ya da birikmiş kızgınlıkları bunu görmeyi engelliyor. Gülüp geçmek gerek. Bunlar hiç yaşanmadan da ulaşılan sonuca kırmadan, kırılmadan, birikim yaratmadan erişilebilirdi. Olmadı. Umarım 2015 yılı böylesi güzel, bulunmaz bir çevrede, gelişmiş komşuluk ilişkilerinde bunları unutturur ve yeniden sıcak, samimi, katkılı beraberlikleri güçlendirir. Buna her zamankinden fazla gereksinim duyuyoruz. Bunun için görevi devreden yöneticiye yazdığım elektronik posta da dikkat çektiğim gibi “Yeni döneme uzanan projenin can yakmadan, süresi içinde, nitel ve nicel sözleşme kurallarına uygun olarak sonlandırılması için eski yönetici gerekli (ve hatta zorunlu) duyarlılığı göstermeli”. Aklın yolu bir…Umarım üzülmezler; üzülmeyiz. Niyetlerin safiyeti ve duaların gücüne rağmen yine de güzelleştirme amaçlı sürecin yeni döneme uzaması, yönetimin değişmesi ve genel kuruldaki mutsuzluğun devam ediyor olması önümüzdeki günlerin pek sancısız geçmeyeceğini gösteriyor. Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler.

Sabah yürüyüşümüzün sonunda jimnastik aletlerinde değişik hareketler yaparken birinde ayaklar üstünde ağırlık yuvarlama diyebileceğim birinde N’a dedim ki “Sizin oralarda tütün yaprakları ipe dizilip de kurutuldukları tele ne denirdi ?”. Yanıtı “Kırmandol” oldu. Ne alaka ? Jimnastik aletinde ayaklarıma masaj yapan ağırlık yuvarlamaca yaparken yere değmeyen ayaklarım ve çocukluğumu düşündüm. Çocukluğum Soma’da geçti. Ortaokul ikinci sınıfa geçince (1958) İzmir’e geldim. Ellili yıllardaki çocukluğumu ne zaman düşünsem “keşke babam memur olsaydı” diye hayıflanırım. Neden bunun özlemini duydum ? Babam o yıllarda ya çiftçiydi, tütün dikerdik; veya esnaftı, kahveci ve sonrasında köfteci. Kahveciliği hayal meyal hatırlarım da asıl köftecilik dönemidir beni bu özlemle yoğuran. Okul dışında zamanım köfteci dükkanında çırak olarak geçerdi. Çarşamba günleri (Soma’nın pazarı) dışındaki günler pek müşteri olmazdı. Yine de sabahın yedisinden (kahvaltı verirdik) gecenin dokuzuna kadar açık olurdu dükkanımız. Babam öğle uykusuna yatar ve ben dükkanda tek başıma kalırdım on yaşın etrafındayken. Boyum ne ızgaraya yeterdi ne de şimdiki dipfrizlere benzeyen sandık tipi buzdolabından dondurma vermeye. Biri çok yüksek diğeri çok derin gelirdi benim boyuma göre. Sandalyeye çıkıp servis yapardım. Kızgındım. Çocuktum ve sokakta oynamaktı özlemim. Günde iki saat izin verirdi babam. Bu bana yetmezdi. Daha çok isterdim. Oyuncaklarımı kendim yapardım. Telden ve tahtadan arabalardı beni oyalayan. Şimdi onbeş yaşına giren Barış ve Eren’e bakıyorum. Sanal alemde yaşıyorlar. Çevrelerinden izole yaşamdan mutlular. Sadece onlar mı ? Sam’in Florida’daki torunu Virginia ile aynı yaşta olan İrem’in ve hatta henüz üç yaşına girmemiş olan Duru’nun elinde bile dün akşam akıllı telefon vardı ve oyun oynuyorlardı. Zamane çocukları.

Kırmandol” nereden çıktı ? Bilinçli sorulan bir sorunun beklenen yanıtıydı. Biz Soma’da buna ızgara mı derdik acaba; yoksa sergi mi ? Hatırladığım uzak taralada bir çardak. Sabah gün doğmadan kırılan (sapından koparıldığı için biz tütün toplamaya “kırmak” derdik) tütün yaprakları şişlerden ipe geçirilir ve ipler de kargıya bağlanıp yerden yarım metre yüksekliğe gerilmiş tellere serilirdi güneş altında kurusun diye. Aylardan belki Temmuz. Birden başlayan yağmurdan nasıl kaçacağımızı bilemediğim bir an, anılarımda…Tarlamızın kuzeyinde Aksekili İbrahim’in tütün tarlası. Oğlu Burhan abi daha sonraları İzmir’de “Bacanaklar” isimli tuhafiye mağazası ile sık uğradığımız dost mekanlardan birisi. Rahmetli annem ve babam aynı sohbete (biraz da atışmalı) başlarlardı gururla, heyecanla soğuk kış gecelerinde “Hani o tarlayı satan  Ali dayı 250 lira istemişti de İbramaki verememişti; biz almıştık. Sahi o çok para kazandığımız tütünü askerden önce mi sonra mı dikmiştik ?” diye ateşli, çekişmeli konuşmalar yaparlardı (40 yılları 50lerde yad etmek). Tütünden para kazanmak… Yedi yıl önce Amerikan Tütün Şirketleri Şark Tipi tütün yaprağı sıkıntısı yaşamaya başlayınca azıcık da olsa yerli üretimi destekleme gayretine girdikleri zamana baktığımda bile tütünün son elli yılda para kazandırdığını görmedim. Tam bir çiledir tütüncülük. Onüç ay çalışıp karın tokluğuna yetmeyecek paradır ve sadece kendi iş gücün varsa yapılabilecek bir uğraştır. O da bitti. Ardından madencilik geldi. Onu da 2014 ün acıları içinde neler yaşattığını gördük. Zeytin farklı mı ? Yırca’da medyatik olmasaydı bugün zorlamalarla litresi yirmi liraya doğru gitmezdi yine de.. 

Sallama ayaklarını kahveci çırağı gibi” diyen babamın kahveciliğinden Lütfi Amcama geçti aklım. O da kahveciydi. Ne var ki babam gibi tütün, kahve, köfte, bakkal gibi değişken değil, o hep kahveciydi. Kahvesi de azıcık “kıraathane” gibi daha kaliteliydi. Masa sandalyesi ve hatta bir duvarının önündeki peykesi daha nostaljik olarak canlanıyor anılarımda. Bugün gazetede vardı. Muş’ta bir kahve ve kahveci sadece satranç oynatıyor. Ne kağıt, ne tavla ne okey, sadece satranç. Hem de Muş’ta. Helal olsun. Nereden nereye ?

Acaba “Bugünün Saraylısı” da mı gruba” sallamayın ayaklarınızı” dedi ve Bebe Ruhiyi ilk kez küskün gördüm televizyonda gün gece. Halbuki her zaman, her koşulda ve her mekanda gürleyip eserken bile yüzünden sırıtma eksik olmazdı. Ne oldu acaba ? Sarayda ayakları yer basmadı, boyu yetmedi ve azıcık açılıma katkı sağlayayım derken mi yoksa gruptaki yerini içine sindiremediği için mi çocuk gibiydi yüzü; elinden oyuncağı alınmış çocuk ve kızgın ve üzgün ve küskün. Bir orta oyunu oynanıyor. Pişekar ve Kavuklunun yanında Keloğan filmlerindeki gibi bir “Bebe Ruhi” de var oyunun içinde. İçi kan ağlasa da yüzünden anlamsız bir sırıtma eksik olmazdı. Tıpkı bir zamanların Mesut’u gibi yüzündeki sırıtma bir poker oyuncusuna benzer bir maske sağlardı ona. Dün, bugün için toplanan grupta kol kesmeye mi kalktı da tırnak bile kesemeyeceğini anlayıp küstü. Esip gürleyemeyince boyu daha da kısalıp sandalyede ayakları yere basmadı ve tıpkı rahmetli babamın altmış yıl önce beni uyardığı gibi baş otorite “sallama ayaklarını kahveci çırağı gibi” dedi ve o da küstü. Ne yapsaydı yani !

Uzakları bırakıp yakınıma dönüyorum. Bugün SEK ikilisi Bergama dağlarında. Bakalım Antepli uzmanlar gelip direği dikebilecekler mi ? Yarın destekleyen vakfın otoriteleri görüntüyü yeterli görüp ek bir süre verecekler mi ? Ne zaman rüzgarlar elektrik olup sisteme akacak ? Netgiller sosyal sorumluluklarını eyleme ne zaman dönüştürmüş olacaklar ? Dualarımız onlar için. Aklımız onlarla.

Sallama ayaklarını kahveci çırağı gibi” sesi kulaklarımda çınlarken Ramazan ayında köfteci dükkanımız bir ay kapalı olurdu. Yıllık bakım ve temizlik işleri yapılırdı. Yaza gelmişse Ramazan fırıldak yapıp satardım sokaklarda. Satabilir miydim ? Para kazandım mı ? Belki. Önemli olan el işi kağıdı, kargı, toplu iğne ve yapışkandan yaptığım iki tür fırıldaktı satmaya çalıştıklarım. Kare elişini (renkli, bir yüzü parlak, kaygan ve az da olsa dayanıklı süsleme kağıdı) dört köşesinden yarım kesip ortada buluşturup toplu iğne ile ortada çıtaya takmak ve tanesi 5 kuruş…Diğeri düz bir kargı parçasının iki ucuna ters yönde yapıştırılmış küçük (4x6cm) elişi kağıtlarıyla olan bir diğer model ise 10 kuruştu. Şimdi benzerleri plastikten yapılıyor. El emeğiydi beni asıl tatmin eden. Ya da satma gayretiydi beni asıl geliştiren. İşte o fırıldaklar sallanan ayaklarım gibi rüzgarda dönerken beni mutlu ederdi. Şimdi de Bergamanın dağlarında dönmeye hazırlanan NETRESgillerin kocaman fırıldakları beni, bizi heyecanlandırıyor. Dün gecenin Kule’sinde ABİDE’ nin yaşları 3-15 arasında değişen ikisi kız (3 ve 9) ikisi oğlan (2×15 lik) BİDE Dörtlüsünün video karelerinde baskın olan dördünün de elindeki akıllı telefonlardı. Ben kamera ile kalıcılığı sağlamaya çalışırken 9luk İrem anında çektiklerini face’e yüklemiş ve global iletişime yerleştirmişti bile. Bunun adı da “FOMO”ymuş… Bu hıza yetişmem olanaksız. Ben en iyisi “emekliliğimde aşırı kaynak tüketmeden keyif çatmayı, anı yaşamayı, sevdiklerime daha bir sıkı sarılmayı, gözlerdeki ışığı yakalamayı ıskalamadan hissetmeyi sürdüreyim. Ötesine boş vermeliyim.

Böylesi önemli, ekonomik ve öncelikli konular varken gündemimde kocaman adamların, komşuluk ilişkileri içinde üzüm yemek (iş yapıp sonuç almak) yerine adam dövmek yolunda nefes tüketmelerine akıl erdirmek zor. Ne diyelim Allah akıl fikir versin. Doğru yoldan ayırmasın. Sağlık ve esenlik içinde aydınlık yollarda dostlukların aşınmadan sürmesi dileklerimle.

Öykücü