Yaşam Büfesinde “Sonsuz ve Soysuz”

“…Saçların tarumar, gözlerinde nem; ateşe benzerdin küle dönmüşsün (ne zaman !);…Sizi dinleyen yabancı biri vaktinin ziyan olmadığını hissetmeli; Karakterlerin her birinin istek duyduğu bir şey olmalı; Öykünün başı sonuna yakın olmalı (ekmekçi beyin serüveni de kısa sürecek); karakterleri iyi tanıyabilmek için öykücü (tokatçı tekmelettin efendi bunu çok iyi yapıyor) acımasız olabilmeli; öyküde olayı sürükleyen öykünün kahramanı (selahattin bu işin kahramanı olacak) vardır; biri 15 yıl yaşar sonsuz olur, biri 60 yıl yaşar soysuz olur (helal olsun Ayşe’ye);  sana gelince usta hatırlanmak bile istemeyeceksin / yatacak yerin yok bilesin / tükürmesinler diye mezar taşına / toma bekleyecek başında (rahmetli Orhan Veli bile bu kadarını yazmamıştı, helal olsun Yılmaz) …”

Merhaba

Az kaldı. Kuyruğu kopacak bir dana da yokken ortalıkta meydanlarda tek adamın sürüklediği azgınlığı, terbiyesizliği, hoyratlığı anlamıyorum. Sonuç belli. Kazanacağına kuşku yok. Bu hiddet niye ? Seçileceği makama uyum sağlayacak adamlığı, ağır başlılığı sergilese, seçeceklerin huzurundayken bunu gösterse daha iyi olmaz mı ? Her şeye sahipken bu doymazlık niye ? Sadece saçlar değil her şey tarumar (tar u mar / darmadağınık).

Yaklaşık kırk yıl önce sevgili Müjdat Gezen, Nâzım hakkında bir kitap yazmak için bilgi toplamaya Moskova’ya gider. Üç yıl sonra çizgi romanı yapısında yayınladığı kitaptan dolayı 12 Eylül otoritelerince 3 yıl hapse mahkum edilir ve Diyarbakır Cezaevi ile tanışır. Çok daha önceleri ülkede alıp başını giden gaflet, delalet ve hatta hıyanetin ayak seslerini duyan ve gören rahmetli Orhan Veli “Bu düzen böyle mi gidecek, pireler filleri yutacak ?” diyen iki satırıyla bugünleri görseydi acaba hangi şiirleri yazardı ? Acaba “çağın bu kadar çabuk değişeceğini bilseydi kafasını verir miydi Kubilay ? Ya da günün birinde işlerin bu hali alacağını bilseydi o kadar acele eder miydi Şeyh Sait ?”. Allah bu gidişle daha da artacağı kesin öfkesine, hırsına, doymazlığına ve arsızlığına esir olmuş başlardan korusun bizi.

Kimi zaman iş dünyasında da otorite veya yardımcıları çalışanlarda bunun bir benzerinin azıcığını görürler ve hemen bir “saçımızı tarayalım” toplantısı düzenlerler. Amaç, Milton’un Beygiri gibi yoldan çıkmış olanları küçük uyarılarla, kendiliklerinden tekrar yola sokmaya çalışmaktır. Kimi zaman da bunun adına “refresh” derler; “hadi gel tazeleyelim” anlamında bilinenleri zenginleştirip güncelleştirirler. Ya ülkemde haftaya bugünlerde neler yaşanacak ? Yine balkonlarda yapılan zafer işaretlerinde el ele tutuşanlar kol saatliler, ayakkabı kutulular, yatak odasında para kasası koleksiyonu yapanlar, gemiciklerine sıfırlama ile dolduranlar mı olacak ? Ne değişecek ki ? Tokatçı tekmelettin efendi bununla tatmin olacak mı ? Hırsına gem vurup sular durulacak mı ? Ülkemi daha büyük felaketlere sürüklemekten geri duracak mı ? Selahattin mutlaka amacına giden yolda birkaç adım ilerlemiş olacak; Ekmekçi bey geri dönerken hangi pişmanlıkları yaşayacak ? Garibim o bu işi grekoromen sandı ve yağlı güreşte kıspetine sokulan orta parmakla çayırın dışına bile kaçamadan şimdilik havada ve haftaya yere çalınmış sırtıyla bin pişmanlıkla, profesörlüğüne bile dil uzatan aymazların sözlerini hazmetmeye çalışarak kös kös bir yerlere gidecek. Biz her şeye rağmen yine de bu pazar Çeşme’den Mavişehir’e gitmekten geri kalmayacağız.

Ali Lambacher, Hitler ve Nâzım Hikmet, ne alâka ?

Sunay Akın‘ın kitaplarındaki küçük öykülerle bu üçü aklımı ve yüreğimi etkiledi meydanlardaki cambazı gördükçe…Viyana kuşatmasındaki başarısızlık sonucu yeniçeriler geri çekilirken bizim Ali’yi Avusturya’nın Lambach kasabasında unuturlar. Ali de halkın gazabından kurtulmak için Lambach’taki kiliseye sığınır (bakalım bizim cambaz gün gelince nereye sığınacak; Amerikalı Bekir’e göre “İran”a). Papaz da ona hristiyan olursa ve kilisede bahçıvanlık yaparsa koruma altına alacağını söyler. Ali razı olur. Hem din değiştirir hem de adı Ali Lambacher olur. Bugün Lambach kasabasına yolunuz düşerse kilisenin kapısının üstünde pos bıyıklı bir adamın heykeli vardır ve o işte bizim Ali’dir (bizim cambazın da heykelini yaparlar mı ? neden olmasın). Aynı kilisede yıllar sonra bir öğrenci sigara içiyor diye okuldan atılır. Okula geri dönmek için çok yalvarır öğrenci; fakat kabul edilmez. O öğrenci de intikamını çok fazlasıyla alır (bizim cambaz hıncını almakta henüz tatmin olmuşa benzemiyor; Allah hepimizi korusun). O öğrenci de bizim bildiğimiz Hitler’dir. Demek ki sigara sadece içen için değil tüm insanlık için gerçekten de çok zararlıymış. O tarihten sonra sigara içiyor diye hiçbir öğrenci okuldan atılmamış. Rahmetli Nâzım Hikmet’in Ali ile Hitler arasında ne yeri var ki ?

Nâzım, Deniz, Yılmaz ve B…. neler konuşuyorlardır acaba ?

dördü bugünlerde mutlaka kendi kaderlerini yaratan, akıllarımıza gire aynı öykünün geleceğini bizden daha iyi görüyorlar ve biz fanilerin yaptıklarını ve yapmadıklarını eleştiriyorlardır. Orduyu isyana teşvikten 24 yıl hapse mahkum edilen Nâzım’ın 6 yıl Deniz Harp Okulu (Bahriye Mektebi)nda öğrenci olduğunu ve mahkumiyet kararın Atatürk’ün sağlığında (Ağustos 1938) verildiği bilgileri bir araya gelince, yetmişe doğru ipteki cambazın öfkesinden bunalınca bu dörtlüyü bir masanın etrafına topladı yüreğim. Dördüncüsünün sadece bir kader kurbanı olmaktan öteye bir rolü yok görebildiğim kadarıyla ve diğer üçünün onu aralarına alacağını pek sanmıyorum. Yine de dördüncü (B….) “madem ki niyazi oldum” en azından ustalardan bir şeyler öğrenirim diye çaba sarf ediyordur.

Hüseyin, Mahir ve Deniz üçlüsünün inanç dolu eylemlerini ve fikirlerini yeterince algılamadı zamanında ruhum, yaşam gölünde karşı kıyıya kulaç atarken… Memurluğun yetersiz koşullarında ek işlerle Küçükyalı’dan Üçyol’a koşarak çıkmaya çalışırken sadece servise tekrar binebilmekti amacım elimde onca yüke rağmen. Bunlar mazeret mi ? Onlar hayatlarını ortaya koyup da bir şeyleri değiştirmeye çalışırken örtündükleri çarşaf ve battaniyeler beri yanda ek gelir için ticaret aracı yapılırken Yılmaz’ı sadece artiz olarak gördü gözlerim; hem de Yumurtalık savcısını öldüren katil bir artiz olarak… Şimdilerde yetmişe az kala (beş ay) öldürülen Deniz, yurt dışında ölen Nâzım ve Yılmaz beni daha bir fazla etkiliyorsa bunda ununu eleyip eleği duvara asmanın etkisi olduğu açık. Tek bir kelimeyle sona doğru “Kolaycılık”.

 

Beş gün sonra azıcık daha kasa, kutu, saat sözcükleri konuşulacak ve etkisiz muhalefetin işe yaramaz çıkışlarıyla hiç bir şey değişmeyecek. Ta ki hırsızlar imparatoruna içten bir rakip çıkana, havuzlar çatlayana, kaynaklar kuruyana kadar. Konya ovasının kuruması kimsenin umurunda değil. Üstüne üstlük açlıkla terbiye edilmemiş yaşamlar eko-tarım denen tuzu kuruların, sanki İsviçre yaşamlı seçilmişlerin yönlendirmeleri altında çaresiz kuru tarıma mahkum olup adını bile unuttukları “nadas“tan kaçamadıkları an anlayacaklar ateşin yaktığını, taşın sert olduğunu. Olan kime olacak ? Onları etkileyecek mi ? Kaçacakları yerde birileri onları alıp hesap verme huzuruna getirebilecek mi ? İnandığımız Allah, onca sınırsız gücüne rağmen bu yakarışları duyup ahirete bırakmadan ibret i alem için onları cezalandıracak mı ? Yoksa biz inançlarımızı sorgulayan kuşkular içinde gölün karşı kıyısına varmış ve Nâzım’la buluşmuş mu olacağız ?

Umudumuzu yitirmeden nice sağlık ve huzur dolu günleri getirecek olan “rock bottom” vuruşlu; “rollar-coaster”  iniş çıkışlı “panik eşiği” ndeki med cezirli yaşamlarımızın hepimizi aydınlık yollarda esenliğe çıkarmasını diliyorum.

Öykücü

NOT: Fotoğraflar az da olsa sünnetçinin vitrinindeki çalar saat gibi oldu. Hoş görüle. Ortak nokta en sıkıntılı iş yaşamı sürecimde bir proje desteği için farklı yabancı uzmanlarla bir araya geliş ve bu çabaların aynı ortama giren yol arkadaşlarımın kariyerlerinde hangi bilinmez etkilerle katkı sağlamış olmasıdır.