Yaşam Büfesinde “Okey dışarı !”

“…Karıncanın biri bir kağıdın üzerinde duran kalemi gördü ve kalemin yaptıklarına hayran kaldı. Sonra diğer karıncalara bunu anlattı. Kalemin ne büyük bir maharetle yazı yazdığından bahsetti. Bunun üzerine diğer bir karınca, “O sanatı yapan parmaklardır, kalem sadece bir araç” diye karşılık verdi. Bir diğer karınca ise, “asıl iş kollarda, çünkü parmaklar kolların bir parçası” dedi. Böylece karıncaların en ulusuna kadar gittiler. O karınca biraz daha bilgiliydi ve şöyle dedi: “Hüneri hemen görünüşe vermeyin. Görünüş elbise gibidir, can olmadan akıl olmadan oynamaz“. Ancak o karınca da canın ve aklın, Allah istemezse var olamayacağını bilmiyordu…”

“Seni andım, yine kalbimde derin bir sızı var, Yine şahlandı hayalimde bütün hatıralar,”

Merhaba,

Mesnevi’den aldığım küçük bir öykü ile yeni yılın ilk yazısına başlıyorum. Aslında yüreğimin bir köşesi yanıyor. Buna ağrı mı denir yoksa acı mı ? bilmiyorum. Farkını da bilmiyorum. Bazen doktor soruyor bana “ağrın 10 üzerinden kaç ?“. Aklım yatmasa da uyduruyorum :” 6″ diyorum. Daha sonra uydurduğum bu altının altına ve üstüne yine uydurduğum ağrı tanımları ve dereceleri yerleştiriyorum. Bu kez yüreğimin köşesindeki ağrının derecesini doktor sormadı. Kaldı ki yüreğimin köşesi var mı ? onu da bilmiyorum. Acaba ağrı, sol kulakçığın ana çıkışının sağ altında bir yerlerde mi ? bilmiyorum. Aslında bugün ne sorduğum soruları ne de yanıtlarını biliyorum. Kalem yerine klavyenin tuşlarına rastgele vuruyorum.

O bizim güncel ve sabah dostumuzdu. Son günlerde ritmimiz tutmayınca Nezuş’la sabah yürüyüşümüzün hem hızı hem güzergahı farklılaştı. Bir buçuk saat sonra eve ayrı ayrı döndüğümüzde birbirimize ilk sorumuz “Ertuğrul’u gördün mü ?“. O bizim sabah neşemizdi. O bizim Bostanlı sabahlarında yüreğimizi serinleten meltemimizdi. On gün önce Pervin’in torunu sevgili Gizem kızımıza veda etmek için Bornove Yeni Cami’nin neresi olduğunu soracak birini aradı aklım. Nedense Ertuğrul geldi aklıma. Telefonla aradım. Ulaşamadım. Bir saat sonra geri dönüp beni aradığında namazı kılmaya onbeş dakika vardı ve ben camideydim. Baktım onbeş dakika sonra Karşıyaka’dan yel gibi gelmişti. O da hazırdı. Özlediğimiz dostlarla görüşüyorduk. Aradan birkaç gün geçti. Bursa’ya gitmezden önceydi. Kent’e yakın yürüme yolunda buluştuk. Sakindi. Çeşme’den söz ettik. Konuşmamız Balıklıova’ya döndü. Bir gün Garip’in Yeri’nde buluşalım diye anlaşıp vedalaştık. İki gün sonra döndük. Aradan bir yıl geçti. İkibinondört yılı benim için yetmişe bir kala, onun içinse yetmişi iki geçiyordu. Bana göre on gün içinde iki kez Yeni Cami’ye gelmişti (Metin Çakıcı’ya göre üç kez; belki de Hanefi abi için de gelmişti). İlkinde Gizem için ikincisinde kendisi için.

İrkildim ve Cahit Sıtkı’nın şiiri düştü dilime;

“Haydi Abbas, vakit tamam;

Akşam diyordun, işte oldu akşam.

Kur bakalım çilingir soframızı,

Dinsin artık bu kalp ağrısı.”

Nezuş’a “Eray’a bi gitsek” demişti bir aralar. Hiç sızlanmazdı. Şikayet etmezdi. Nezuş da “Eray’a değil de sen zaman istersen ben seni bizim kardiyoloğumuz Apti’ye götürürüm” demişti. Nasip olmadı. Elimizi uzatıp tutamadık. Halbuki bir hafta önce konuşmuştuk ve biraz daha dayanabilseydi; havalar ısındığında Balıklıova’da Garip’in Yeri’nde beraber olacaktık. Belki Yeni’li, belki Karaefe’li. Yine de en yakın zamanda gidip onun için demleneceğim.

Dün gece Albatros 1 in genel kurulu vardı. Telefonumu sessize almak için açtım. Baktım bir mesaj : “Ertuğrul Urkan artık aramızda yok… Babamı bir kalp krizi sonucu kaybettik. Cenaze namazı 5 Ocak Pazar günü  Bornova Yeni Caminde öğle namazını müteakip kılınacaktır. Özlü-Erkan Urkan”. Donup kaldım. Ne olduğunu anlamadım. Şaka gibi geldi. İnanamadım. Daha birkaç gün önce kanlı canlı konuşuyorduk. Nasıl ölür ki ? Azıcık da olsa hastalanarak, birkaç gün yatarak bizi hazırlaması gerekmez miydi ? Trafik kazası gibi gidiverdi. Bugün Ekmek Hasan diyor ki “Dün Çınaraltı’nda aynı masada okey oynuyorduk; başı düşüverdi”. Vedalaşırken kimler yoktu ki; o kadar çok dostu vardı ki… Allah rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun.

Ertuğrul her sabah beni, bizi altmışlı yıllara üniversite günlerimize götürürdü. Altmışyedililerden Huzur Grubuna, Komser Osman’a, Yurttabir’e erişirdi sohbetimizin konusu. Ertuğrul beni çocukluğuma da götürürdü. O Akhisar’lı ben Soma’lıydım ve sohbetimiz ortadaki Kırkağaç’ta buluşurdu. Geçen gün Netdirekt’i ziyarete gelen MYO öğrencilerinin başındaki hocanın hediyesi yerel zeytin ve zeytinyağı idi. İsim ve marka Ferruh Sarı idi. İkimizin de ortak geçmişinden gelen seksenli yılların ortasından seçilmiş bir müşterinin adıydı. Bu hediyeler ve isim bizi Kırkağaç’tan aldı, Soma’yı atlayıp Kınık’a götürdü. Tatlı mı tatlı, çok iyi insan bir bayimiz vardı. Ben onu tam 20 yıl önce bugünlerde gittiğimiz Hongkong-Singapur gezisinde tanımıştım.  İkimiz de o anda adını anımsıyamadık. Ertesi sabah yürüyüşünde karşılaştığımızda “günaydın” dan önce “Nurettin Yavuz” dedi. Sevgili Ertuğrul benim için seksenli yıllarda özel sektör dostumdu. Yetmişli yıllarda ise Enstitü çalışmalarımda yine kadim dostumdu. Kalbimiz böylesi küçük anıların ortak heyecanlarıyla yüzümüzü hep güldürüyordu. Yukarıdaki fotoğrafı pek çok eğitimde kullanıyorum ve : “Ben bu fotoğrafı çok seviyorum. Peki sizce neden ?”  diye soruyorum. O fotoğraftaki üç kişi ben, Ertuğrul ve Cengiz (Civan). Bugün Cengiz’in abisi Aziz de Ertuğrul’u uğurlamaya gelmişti Menemen’den Bornova’ya. O fotoğrafta 26 yıl önce iki rakip şirket temsilcisi en önemli müşterilerinin iş yerinde kol kola girip gülüyorlardı. İşte “Fair Competition” bu. Üçü de birbirine dokunuyordu. “Sevgi dokunmaktır” der Prof. Leo Buscaglia ve biz birbirimize samimiyetle dokunuyorduk. Daha pek çok küçük mesaj var o fotoğrafta beni hep mutlu eden, baktıkça ruhumu sakinleştiren. Çünkü Ertuğrul, hiç köşesi olmayan, düz ve yumuşak, sakin ve sevgi doluydu.

Ertuğrul gibi aynı mekanın müdavimi, Çınaraltı’nın okey grubunun dördüncüsü Fevzi abi de (Prof.Dr.Fevzi Önder) Tarım Bakanına konuşma yaptığı bir akşam yemeğinde kalpten gidivermişti. Ona da yeterince doyup vedalaşamamıştık. Tıpkı Metin Kaya gibi. Ya Coşkun Saydam’a ne demeli ? Mutlaka “kader” deyip geçicez ama Mesnevi’den ödünç aldığım yukarıdaki öykünün sonuna bir cümle daha eklemişler . Recep kibar’ın yayına hazırladığı kitabı 23.12.2012 de Bursa’dayken sevgili Pınar bana yeni yıl hediyesi olarak almıştı. Kitabı yeniden ele alışım da 06.12.2013 de hastaneden çıktığım gündü. Aniden fenalaşıp hastaneye ambulansla yatışımdan ve yoğun bakım, servis derken adeta cebelleştiğim üçgünden sonra yukarıdaki öykünün son cümlesini kendime dönüp aklıma kazımıştım. O son cümle şöyle “Allah akıldan yardımını kesti mi artık aptallık etmeye başlar“…Ben de Aralık’ın ilk günlerinde sebebi şu ya da bu, ne olursa olsun “sağlığıma gösterdiğim özeni” birazcık kaybeder gibi olmuştum. Anında cevap geldi. Şimdilik yetmişe doğru devam ediyorum. Daha bir dikkatli olmak gerek; yoksa yukarıdaki şiiri anımsayan başkaları da olacaktır kuşkusuz.

Allah biz geride kalanlara akıl fikir versin ve aydınlık yollarda sağlık ve esenlikler nasip eylesin.

Öykücü