Yaşam Büfesinde “Oriyental Pinokyo”

“… Torunum İrem soruyor “Hani yalan söyleyince burnu uzayacaktı ?”. İrem haklı; bizi aldatmışlar. Yalan söyleyenin burnu uzamıyor… Karanlık bir gecede yeniçeri zorbaları zavallı bir adamı tenha bir sokakta sıkıştırmışlar. Hem malını almaya hem de canına kıymaya hazırlar. Adam, can havliyle bağırmış “İmdat beni kurtaracak iyi bir müslüman yok mu ?“. O sokakta oturan bir adam bu feryadı cevapsız bırakamamış. Penceresini açıp bağırmış… Şeyhülislam Yahya Efendi ile takışan Nef’i “Bana kâfir demiş müftü efendi, Tutalım ben diyem ona müselman“…Kirli terli bir gömlek yığınının üstünü buğdayla kaplayan Van Helmont bir-anda oluşum kuramını sınadı ve 21 gün sonra gömleklerin arasında bir sürü fare bulunca kararını verdi…Hermes de bir tanrıdır; Zeus’un oğlu, el ulağıdır. Kendisi güzel söz söyleme gücünün, alışverişin bir de hırsızların tanrısıdır…“Protestoların İlerleyişi” manşetinde son dönemdeki protestoları simgeleyen bir elinde kağıt kahve bardağı diğerindeyse bir akıllı telefon tutan bir kadın…Eğer Allah yaptıkları yüzünden insanları hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı…Ebu Hüreyra anlatıyor: Resullullah buyurdular ki (s.a.v.) “Üç kişi vardır, kıyamet günü Allah Teâla hazretleri onlarla konuşmaz, nazar etmez, günahlardan da arındırmaz, onlara elim bir azap vardır: Zina eden yaşlı, Yalan söyleyen devlet reisi, Büyüklenen fakir…

Merhaba

Ruhum da girişteki gibi karmakarışık; ya sürekli suskun ya hep susmak bilmeyen geveze… Dalıp dalıp gidiyorum. Parkta dursa da gezinti aklımda durmuyor. Aklım yüreğimi dinlemiyor. Umutlarım azalıyor. Yakında seçim havasına girilecek. Çekilen bunca acı unutulup gidecek. İkinci dalgayı üçüncüsü izleyecek. İzmir, Ankara derken gözaltılar sürecek. Kimi zaman yandaşları tatmin için acımasızlıklar sınır tanımayacak.

Halbuki Mayısın son günlerinde ucu nereye varacak acep ? merakı ve heyecanıyla Gezi’de başlayan olaylar onun için bulunmaz bir hazineydi. Beni kazanabilirdi. Bunun için modern şeyhülislamın beni irfanlandırmak için İzmir’e gelmesine de gerek yoktu. Olmadı. Bu şansı kullanamadı. Üstüne üstlük bir de karşı mitinglerle adeta kışkırttı. Bereket yandaşları yan etkileri bertaraf etti. O düzeyde kaldı. Yoksa halimiz haraptı. Allah bizleri, ülkeyi korudu. Bu gelgitler içinde Haziran ayı bereketliydi. İki düğün bir de uluslararası bir nişan yaptık. Kanada’ya İlke’yi gönderiyoruz. Bunlarla avunduk. Genelin sıkıntılarından anlık sıyrılmalarla teselli bulduk. Pakistan yolcumuz geldi. Tokyo yolcumuz yarın gelecek. Netgillerde uykusuz gecelerin ödülü emekle yoğrulan yemekler oluyor. Şükrediyoruz. Mehmet Kocabaş’ın yönetiminde 2004 de yayımlanmış olan aşağıdaki kitaptan Meg’in ailesi de anlasın ve İlke’ye Kanada’da gerçek ebeveynlik yapsın diye bir söz seçip araya sıkıştırdım. Bunu okuyacaklar mı ? Sanmıyorum. Maksat ruhlardan ruhlara bir mesaj gitsin. Yerine varır elbet. Neden olmasın ?

Düşünüyorum. Yakıştıramıyorum. Hata değil günah olduğunu ben bile anlıyorum. Ya gerçekten benden daha dini bütün olanlar nasıl içlerine sindirebiliyorlar. Nasıl geceleri gözlerine uyku giriyor ? Ekonominin baş rol oynadığı yaşam büfesinde bu kısacak ömre bunca günahı nasıl sığdırabiliyorlar ?  Nasıl oluyor da ödül ve takdirle ceza böyle yanlış adreslere gidebiliyor ? Küçük bir şirkette bile bunlar doğru adrese gitsin diye insanlar ter döküyorlar. Haksızlık etmekten çekiniyorlar. Buna karşın en etkin ve yetkin makamda oturanların bu hoyratlığı neden ? Nereden buluyorlar bu gücü ? Yarın mahşer günü hesap vermekten korkmayacak kadar bu gözü dönmüşlük neden ? Diyelim ki “yalan” değil; gerçekten de birisi camide içki içmiş olsun; bunu nasıl toplumu isyan ettirecek şekilde reklam ederek söylersin ? “Meczup” deyip geçmek yerine Allah’tan korkmaz mısın ? Bu ve benzeri yazamadığım binlerce soru kafamda uçuşurken kendimi bu sıcakta çatıda buluyorum. Gözümün birisi Bay Ahmet Gürbüz’ün kitabına gidiyor. Sayfa 86 daki “Gerçek Pehlivan Kimdir ?” sorusuna peygamberimizin verdiği yanıtla Sayfa 104 deki “Kıyamet Gününde Allah’ın yüzüne bakmayacağı kişiler kimdir ?” sorularının yanıtlarını harmanlıyor aklım. Yazımın girişinin son renkleri bu kitaptan alınmadır ki aklımı orada kilitleyen de “Yalan söyleyen devlet reisi” ifadesidir. Hadislere ek olarak Kur’an’dan neler bulabilirim diyor bu kez yüreğim aklımın önüne geçerek…

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı’nın Prof.Ali Özer ve akademisyen arkadaşlarının adıyla Türkiye Diyanet Vakfı’nca 86 no ile yayımlanan Kur’anı Kerim’in 439 ncu sayfasında Fâtır Suresinin 45 nci ayetinde aynen şöyle diyor: “Eğer Allah yaptıkları yüzünden insanları hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat Allah onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince (gerekeni yapar).Kuşkusuz Allah kullarını görmektedir…” 

O korkmuyor. Ben hem sakınıyorum hem de korkuyorum. Gezinenler ve duranlar da Allah’tan korkuyor; Sarısülük’ü vuran polis de korkuyor. Ama o korkmuyor. Onun öfkesi ve korkusuzluğu ülkem adına beni korkutuyor. Daha bir sessizliğe bürünüyorum. Yetmişe doğru korkularımdan utanıyorum. Üç sayfa sonra Yasin Suresinin 54 ncü ayetinde “O gün hiçbir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada ancak yaptıklarınızın karşılığını alırsınız “ diyor ki o güne dek bekleme sabrının bedeli neler olacak kimbilir ! Çünkü o korkmuyor; ekibi de korkmuyor; yandaşları da… Çaresizliğin kıskacında hep aklıma İbrahim Tatlıses’in sözleri düşüyor: “Allah cezanı verecek

Doğumumdan sekiz ay sonraki Vatan Gazetesi (23.08.1945) ndeki köşesinde Ahmet Emin Yalman şöyle bir öykü dillendirir : “… Karanlık bir gecede yeniçeri zorbaları zavallı bir adamı tenha bir sokakta sıkıştırmışlar. Hem malını almaya hem canını kıymaya hazırdırlar.Adam can havliyle bağırmış ” İmdat, beni kurtaracak iyi bir müslüman yok mu ?”. O sokakta oturan bir adam bu feryadı cevapsız bırakamamış. Penceresini açıp bağırmış : ” İyi müslüman var ama sokağa çıkamaz“.  Bugün Gezi Parkında sokağa çıkan iyi müslümanlar yeni bir siyasi oluşuma neden olabilirler mi ? Önderlik edecek kimse yok (SSÖ hariç) çünkü ortada samimi bir ulusçu ruh belirdiğine henüz inanmıyorlar. Baş aktör bana mısın demiyor; kılı kıpırdamıyor. Doymaz bir iştahla yedi ölümcül günahın çoğunu işlemekten kaçınmıyor. Bundan adeta keyif alıyor. Muhalefet ise evlere şenlik. Belki de en çok muhalefet korkuyor yeni akımın kendisini sileceğinden. Hali perişanımız tıpkı yollardaki trafik gibi; sol şerit tıkanmış gitmiyor; sağ şerittekiler almış başını jet hızıyla gidiyor. Kimse emniyet şeridi falan takmıyor. Oriyental Pinokyo’nun burnu uzamıyor; yüzü gülmese de hepimize “one minute” çekmiş… Üzerimizde ölü toprağı, Haziran sıcağı, kapanan okullar, dolup taşan sahiller, halinden memnun bir güruh… İyi olur inşallah…

Eylül 1998 de Cumhuriyet Yayınlarında Aisopos’un “Masallar” isimli cep kitapçığını da alıp geliyorum tarayıcımın yanına. Rastgele bir sayfa açıyorum ve

“… Adamın biri tahtadan bir Hermes yontusu yapmış, pazara götürüp satılığa çıkarmış. Bakmış ki alan olmuyor, ille bir alıcı bulayım diye başlamış bağırmaya : ” Bu benim sattığım tanrının insana çok iyiliği dokunur; her işinde kazancını artırır”. Oradan biri geçiyormuş, durmuş: ” Be adam ! O kadar iyiliği dokunursa ne diye satarsın ? Sakla da sana iyilik etsin” demiş. Adam “Beklemeye vaktim mi var benim ? Ben hemen bir yardım istiyorum. Oysa ki bu acele nedir hiç bilmez: durur durur da ondan sonra eder edeceği yardımı” demiş…”

Eski Yunan Klasiklerinden çeviriyi yapan Nurullah Ataç’ın bu masal sonuna eklediği mesaj şöyle: Bu masal, hep çıkarlarını arayıp tanrıları bile umursamayan kimselerin durumunu gösterir. Yazar Hermes’i “…güzel söz söyleme gücünün, alışverişin ve hırsızların tanrısı…” olduğunu da dipnotunda belirtir.

Gelelim beşyüz yıl önce Şeyhülislam Yahya Efendi ile Nef’i arasındaki çekişmeye, atışmaya. Birkaç gün önce “Uşak Halk Kahramanı” Prof.Pala’nın ilk kitabını okumayı nihayet bitirebildim. Amacı Divan Şiirini bize sevdirmek olan hocanın dilini sevdim. Leyla ile Mecnun öyküsünü Fuzuli odağında süslemesi, tarihin akışı içinde tüm coğrafyalarda gezdirmesi hoşuma gitti. Şimdi ikinci kitabına başlarken ilk kitabından Nef’i’ye ait olan bir dörtlüğü ikinci kitabın ön kapak içine yeşil kalemle yazdım. Beni etkileyen ruhumu yaralayan vurgusunu kafama kazıdım. Yahya Efendi bir dörtlükle Nef’i’ye “kâfir “demiş. Bize, İzmir’e de “Gavur” diyen zihniyetin Şeyhülislam eşdeğeri temsilcisi şehrimizin kapısına gelip de “Ben sizin babanızım; ben ne dersem o olur..”; benzeri bir anlayışla irfanımı geliştirmeye çalıştığında beşyüz yıl sonra farklı mıydı ? Bana ayar vermek istiyorlar. Bana format dayatmak istiyorlar. Onların ne haddine. Bakın hadiste yer alan “yalan söyleyen devlet reisi” sözleri ile Yahya efendinin yakıştırmalarına Nef’i’ nin verdiği yanıtta ne derece yüksek bir güzellik gizli:

Bana kâfir demiş müftü efendi / Tutalım ben diyem ona müselman / Vardıkta yarın ruz-ı cezaya / İkimiz de çıkarız onda yalan

Beşyüz yıl sonra yine aynı durum ve dili güncellemeye gerek bile kalmadan anlamı net, vurgusu güçlü: “Bana kâfir diyene ben müslüman desem yarın hesap günü geldiğinde ikimiz de yalancı çıkarız ” diyen şairin mesajı çok açık : “Ne sen müslümansın ne de ben kâfir” Allah bizi biliyor ve Allah yukarıda bahsettiğim surede belirttiği gibi sabrediyor. Oriyental Pinokyoların yüzüne bakmayacak mahşer gününde.

İngiliz The Economist Dergisi kapağına Türkiye’deki Gezi eylemlerine de yer verdiği 2013 yılının protestolarını analiz eden bir yazıya sayfalarını ayırmış.“…Fransız devriminden (1798) bu yana 1968 ve 1989 yıllarına da değinen yazıda bugün “The march of protest” başlıklı yazının içinde “…eylemlerin teknoloji sayesinde anlık organizasyonlar olduğunu, sendika ya da grupların olmadığını, örgütlenme eksikliğinin talepleri bulanıklaştırdığını...” görünce bunca akan kan ve gözyaşı yanında yaş akıtamayan gazla, gazın kapsülleriyle körleşen gözlere, yarılan başlara ve çekilen acılara hayıflanıyorum. Devamında bunları körükleyen onca yalana sığınmanın ne gerekçesini anlayabiliyorum ne de bunlarla geceleri nasıl uyuyabildiklerini… Allah akıl fikir versin.

Doğruya Giden Eğri Yolda Serüvenler” isimli kitapçık da TÜBİTAK Yayınları arasında Billy Aronson imzasıyla 1995 yılında yerini almış. Kitabın 34 ncü sayfasında bir öykü var yazımın girişindeki Van Helmont ismiyle yer verdiğim. Helmont şu sonuca varmıştı : “… Terli gömlekler ve buğday karışımı fare doğuruyordu…” Bazı bilimciler Van Helmont’un bu buluşuyla tarihe bir sayfa eklediği kanısındaydı. Diğer bazıları da tarihe sayfa değil, safsata eklediğini ileri sürdüler.

Sayfa mı Safsata mı tarihe eklediğiniz sayfalar ? Eklerken yüzünüz kızarıyor mu mutluluktan ya da utançtan ? Hesap gününden korkuyor musunuz ? Ayet ve Hadis sizin için ne anlam ifade ediyor ? Hâlâ irfanımızı artırmak niyetinde misiniz ? Yahya Efendiye Nef’i ‘nin verdiği yanıt sizi ürpertiyor mu ?

Bunca sorunun yükü altında Yaşam Büfesinde sıraya girmek için öğrenme yolculuklarınız hep aydınlık yollarda sürsün.

Öykücü