Yaşam Büfesinde “SALIGIA (*)”

“… Küçük bir erkek çocuk annesine sordu: “Niçin ağlıyorsun ?” “Çünkü ben kadınım” diye yanıtladı annesi. “Anlamadım” dedi çocuk. Annesi, çocuğu kucaklayıp “Hiçbir zaman anlamayacaksın” dedi. Babasına “Baba, annem niçin ağlıyor ?” diye sordu. Babanın yanıtı “Bütün kadınlar sebepsiz ağlayabilen yapıdadır” oldu. Küçük çocuk büyüdü, yetişkin adam oldu. Hâla kadınların niçin ağladıklarını keşfedemedi. Nihayet öldükten sonra Cennete gittiğinde Allah’a sordu “Allah’ım” dedi: “Kadınlar niçin bu kadar kolay ağlayabiliyorlar ?…”

Merhaba

Dün yazımın konusu “Gezi Parkı” idi. Korkularımla yüzleşerek yazmıştım. Analar ağlar mı? diye yüreğim sıkışıyordu. Internette dolaşan fotoları baktığımda yaralanmış yüzlerı, akan kanları gördüğümde analar nasıl ağlamasın ? diye korkularım büyüyordu. Otuz küsur yıl önce de buna benzer nice kanlar akmıştı. Bugün ölümüne açıkca üzüntü belirttiğimiz üç genç için o günlerde korkudan sesimiz çıkmıyordu. O gün silahla başa geçenlerin başı “asmayalım da besleyelim mi ?” diyecek kadar duygusuzken dün de mecliste kürsüye çıkan ve henüz zorunlu talimatı almadığı için ruh halini saklayamayan boyunsuz Mr “bırakalım da meclise mi girsinler ?” diyecek kadar biber gazını, eli sopalıyı savunuyordu ve benden daha çok korkunun esiriydi. Bugün düne oranla biraz daha sağ duyunun baskın çıktığını ve daha yasal platformda (sendikal grevler gibi) süren olgunlaşmış protestolara, İzmir sokaklarında gece başlayan tava tencere seslerine, Gezi Parkı’nda kurulan çadırlara, kütüphaneye bakınca her iki tarafta da daha az zararlı ve daha etkili sürecin başladığına inandım. Umutlarım arttı.

Dün korkularım beni “Yedi Ölümcül Günah” a (SALIGIA) götürdü. Yıllar önce B.Pitt (!) ve M.Freeman’ın çevirdikleri filmi düşündüm. Yedi ölümcül günaha bir yerinde değinen “Sonuna Kadar Delifişeklik” isimli kitabı aradım çatıdan. Sayfalarını taradım ve 293 ncü sayfada “Gurur, Kıskançlık, Oburluk, Şehvet, Öfke, Açgözlülük ve Miskinlik” sözcüklerini yeniden okuyup düşündüm. İsveç’li iki akademisyenin yazdığı kitabın bu sayfasında “... Güncel tuzaklardan sıyrılmanın yolu odağı kafadan, yüreğe, karına ve kasıklara doğru kaydırmak, insanların sevgi, sezgi ve arzu dünyasına yönelmekten geçer…” yazıyordu. “Nerde sende o yürek…” sesleri çınlıyor kulaklarımda Sezen’e sitemlerim olsa da…

Geçen ayın son günlerinde “Gezi Parkı” vesilesi ile patlayan ve toplumun her kesimini (genç-yaşlı; sağcı-solcu, Türk-Kürt, Çıplak-Türbanlı vs) bütünleştiren aslında bir “Heyecan Uyandıran Strateji (HUS)” nin operasyonel düzeye erişmesi oldu. G.Hammel’ın “Strateji Devrimdir” isimli kitabından esinlenip de 2000 yılı krizinin başlarında sahneye çıktığımda sloganım “DOD / Do Or Die” idi ve ayakta kalmak, hayatta kalmak, gelişip büyüyebilmek için neleri yapmak zorunda olduğumuzu; oyunun kurallarını anlatmaya çalışıyordum. O gün büyük bir fırsat vardı ve kullanamadık. Bugün de büyük bir şans kapımızı çalıyor. Herkesin kendine dönmesi ve yaptıklarının ve yapmadıklarının farkına varması ve uyanması için çalınan bir “Kalk Borusu” ötüyor bugün. Kimileri sağır. Hani Allah selamet verdin Bay Kamer’in doğrusunu bir türlü söyleyemediği, sevgili Özdil’in bir yazısında güncellediği “sivrisinek ve saz” ikilisi var ya işte tam o misal: “Anlayana sivrisinek saz; anlamayana sazı soksan az“. Çok şükür ki; gücü elinde ilk anda tutan öfkesine dur diyebildi (bence en önemli ölümcül günahtan birinden sakındı ilk anda). Mutlaka çok zor oldu bu sessiz kalabilme süreci ki şansına yurt dışında olduğu için sazı bir başkasının çalma olanağı vardı. Onun da samimiyeti tartışmalı ise de buna da şükretmek gerekti. Muhalefet bundan pay çıkarma uğruna açgözlülük yapmadı ve o da kendini bu günahlardan birinden açıkça sakındı.  Sessizliği, itidali ve sağ duyuyu yeğledi. Ülkesini pasif direnişle selamete çıkaran Gandhi’nin bir sözü geldi aklıma: Cesaret bazen ayağa kalkıp konuşmak bazen de sessizce yerinde oturabilmektir. Çok doğru. Şimdi ve yakın yarınlarda inandırıcı adımlar atmak ve yarayı yeniden kaşımamak gerek ki bunun için de otorite yandaşları, AVMciler, Kışlacılar “oburluk”tan vaz geçebilmeliler. İnşallah maskelenmiş öfkeler sahip olunan ve uykuya yatırılmış olan “kibir”i yeniden alevlendirmez ve analar ağlamaz.

Gezi Parkı’nda ortaya çıkan HUS ların temel özellikleri nedir ?

Bu sorunun yanıtını da “Sonuna Kadar Delifişeklik” isimli kitabın satır aralarından bulmaya çalışacağım. Hocalar diyor ki,

“… Birinci olarak, HUSların ahlakla ilgili bir yanı vardır. Bir CNN köyüne dönüşmüş olan dünyamızda küresel dedikodular ışık hızıyla yayılıyor. Tam şeffaflık ahlaken bozulmuş kişileri çıplak kılacaktır (MC: Bunu Gezi Parkı’nda net olarak gördük. Kendileri görebildi mi ?). Bunu kavrayamayan kişiler kendilerini şöhretler müzesi yerine “Utanç Müzesi”nde bulabilirler. Pazarda müşteriler paralarıyla oy verir; yetenekler (MC:Gençler, çıkarsız doğru için mücadele edenler) zihinleriyle oy verir; bir fikir bir oy… Sevgi ve bolluk çağında ahlak aynı zamanda güçlü bir rekabet silahıdır (MC: Lütfen dikkat buradaki “ahlak” sözcüğü Ankara Metro’unda anons edilen değil, ISO nun temeli olan “dürüstlük” tür. Özü sözü bir olmaktır).

… İkinci olarak, HUS estetiğe odaklanır. Aranılan şey sıcak ve dostça ürünler ve hizmetler… Gezi Parkı gibi bize kişiliği olan ürünler verin diyor HUS sahibi aktivistler…”

Gerçek bir öykü anlatıyor Kjell ve Yonas “… Çok uzak olmayan bir geçmişte İsveç’in önde gelen büyük mağazalarından birine danışmanlık yapmıştık. Şirket mağazadan mal aşırma (hırsızlık) olaylarından son derece şikayetçiydi. Sonunda yönetim bir şeyler yapmaya karar verdi. Sorunla ilgilenmesi için bir güvenlik şefi atadılar. Sonuçta daha fazla mal kaybolmaya başladı. Neden mi ? Konu, küçük bir seçilmiş azınlığın büyük meselesi haline getirilince, diğer elemanlar sorunla ilgilenmeyi bırakmıştı…”

Wooow ! İşte anahtar cümle: Konu, küçük bir seçilmiş azınlığın büyük meselesi haline getirilince, diğer elemanlar sorunla ilgilenmeyi bırakmıştı…” İşte “Gezi Parkı” eylemlerinin ortaya çıkış nedeni. Oradaki konu (AVM, Kışla, vb bunların temelinde yatan yedi günahtan bir kaçı) “seçilmiş azınlığın meselesi” olmaktan çıkmıştı; çıkarılmıştı. Hatta öyle gelişti ki Taksim’in, İstanbul’un değil ülkenin meselesi haline geldi.

Yazımın konu başlığı olan SALIGIA (*) ne demek ola ki ?

Yedi ölümcül günahın Latince karşılıklarının baş harfleri ve anlamları şöyle;

1.Superbia / Kibir, kendini beğenmişlik ki “Gezi Parkı”nı ateşleyen temel günah bence bu.

2.Avaritia / Açgözlülük ki bu da otoritye “Gezi Parkı” patlamasına neden olacak şekilde İstanbul’u betonla para hırsına çeviren yandaşların birincil günahı.

3.Luxuria / Şehvet düşkünlüğü ki İsveç’li iki hoca yukarıda sözünü ettiğim kitabın 225 nci sayfasında böylesi bir dünyada “alışveriş ve düzüşme kaldı bir tek geriye” diye yazarken Avaritia ile Luxuria’yı birlikte düşünmüş olsa gerektiler.

4.Invidia / kıskançlık, hasetlik

5.Gula / Oburluk ki işte bu da bugün baş rollerde yer alıp da nedense vergi rekortmeni listelerinde esamesi okunmayan kimi belli kişilerin doymak bilmez obur iştahlarını anlatır ki bu da “Gezi Parkı”nda etkisini hissettirmektedir.

6.Ira / Öfke, yıkıcılık, gazab etme ki bugün sessizliğini Tunus’ta bozan ve piyasaları sarsan, borsayı düşüren, Doları zıplatan dil hoyratlığından sakınmayan otorite ne yazık ki “Sinyalleri anlamayıp” yine fitili ateşlemekte. Belki de bilerek ve isteyerek böyle yapıyor; böyle olmasını istiyor onu oraya oturtan güçler. Allah hepimizi kibrin, açgözlülükle, çıkar şehvetinin körüklediği gazabından korusun.

7.Acedia / Tembellik, miskinlik ki çok şükür ki bugün gezi Parkı’nda şölen estiren gençler bu günahtan fersah fersah uzak durarak yarınlara olan umutlarımı artırıyor. Allah onları korusun.

İnşallah otorite kibirden vazgeçer, açgözlü dostlarını dur der ve insanlarla iletişim kurmada dört yolu da kullanır: Akla, Sevgiye, Sezgiye ve Arzuya seslenir. Yetmişe doğru giderken o grubun genel öğrenme yolculuklarına ve bugün gösterdikleri samimiyete baktığımda umutlarım çok yüksek olmasa da yedinci ölümcül günah “Miskinlik” hiçbir kesimde görünmediğine göre aklın-yüreğin yolu birdir diyerek “analar ağlamasın” için öykümü tamamlamak istiyorum.

“… Küçük bir erkek çocuk annesine sordu: “Niçin ağlıyorsun ?” “Çünkü ben kadınım” diye yanıtladı annesi. “Anlamadım” dedi çocuk. Annesi, çocuğu kucaklayıp “Hiçbir zaman anlamayacaksın” dedi. Babasına “Baba, annem niçin ağlıyor ?” diye sordu. Babanın yanıtı “Bütün kadınlar sebepsiz ağlayabilen yapıdadır” oldu. Küçük çocuk büyüdü, yetişkin adam oldu. Hâla kadınların niçin ağladıklarını keşfedemedi. Nihayet öldükten sonra Cennete gittiğinde Allah’a sordu “Allah’ım” dedi: “Kadınlar niçin bu kadar kolay ağlayabiliyorlar ?

Allah, “Ben kadınları özel yarattım. Tüm yaşamın ağırlığını taşıyabilecek kuvvette olmasına rağmen başkalarına teselli verecek kadar yumuşak omuzlar, doğumun acısına olduğu kadar, doğurdukları evlatların karşı çıkışlarına dayanabilecek iç kuvvetini verdim. Başkalarının kuvveti kalmadığında; devam edecek azmi, ailesinin hastalığında; yorgunluğa pabuç bıraktırmayacak kudreti verdim. Her türlü şart altında, hatta kendilerini çok kötü incitseler de çocuklarını sevmek duygusallığını verdim. Bu duygusallık her yaştaki çocuklarının yaralarını sarmalarına, sorunlarını dinleyip paylaşmalarına yardım ediyor… Tek zayıflık olarak kadınlara bir gözyaşı verdim: Tamamen kendilerinin sahip oldukları, ihtiyaçları olduğunda kullanmak üzere… İnsanlık için bir gözyaşı...”

Yaşam Büfesinde “Sıraya Girme Sınavı (SGS)” nın güncelliğini sürdüren “Gezi Parkı” ve benzeri olayların anaları ağlatmaması için yedi ölümcül günahtan sakınmak için nice ustalık yolcuklarınız hep aydınlık yollarda geçsin.

Öykücü