Yaşam Büfesinde “MAMS Dostluğu”

“… Atatürk, Amasya ziyaretinde, vali konağında yörenin ileri gelenleriyle sohbettedir.Bir ara tam karşısında oturan birine takılır gözleri. Yaşı ellinin üzerinde bu adam beline kadar inen sakalıyla Atatürk’ün dikkatini çeker. Ata, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar “Kimdir bu?“.  Vali yanıt verir: “Efendim kendisi şıhtır. Yörede çok hatırı sayılır.” Atatürk şıhı yanına çağırır ve “Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. Şunu rica etsem de en azından Peygamber Efendimizin gibi kısaltsan”.der ve eliyle de boyun altı hizasını gösterir. Şıh “Emrin olur paşam” diyerek yerine çekilir. Aradan zaman geçer, bir akşam Atatürk Amasya’daki şıhı hatırlar ve valiyi telefonla arayıp valiye durumu sorar. Vali nasıl söyleyeceğini bilememekle birlikte, şıhın sakal boyunda en küçük bir kısalma olmadığını, aksine kimselere el sürdürmediğini anlatır…;Kibrit çöplerini insanların yaşantılarına benzetirler. Kibrit kutusu insanın yaşadığı toplumu ifade eder bir bakıma. Bazı kibrit çöpleri vardır bir amaç için yanarlar, kimi bir sigara yakar, kimi bir ocak, kimi boş yere yanıp tükenir hiç bir işe yaramadan. Kimi ise bir ormanı, bir evi, büyük bir alanı yakar kül eder, kendisiyle birlikte. Kibrit kutusunu açıp baktığınızda  hepsi aynı gibi gözükse de birbirinden farklı kibrit çöpleri vardır. Bazıları yanamayacak kadar incedir... Bir zamanlar dünyaya gelmeye hazırlanan bir bebek varmış. Bir gün Tanrı’ya sormuş: “Tanrım, beni yarın dünyaya göndereceğini söylediler; fakat ben o kadar küçük ve güçsüzüm ki, orada nasıl yaşayacağım ?“. “Tüm meleklerin arasından senin için bir tanesini seçtim. O seni bekliyor olacak ve o seni koruyacak. Meleğin sana her gün şarkı söyleyecek ve gülümseyecek. Böylece sen onun sevgisini hissedecek ve mutlu olacaksın”. “Pekiiii ….İnsanlar bana bir şey söylediklerinde, dillerini bilmeden söylenenleri nasıl anlayacağım ?…”

Merhaba

Bir yerlerden yakaladığım save’lenmiş revizelerden ayıklayıp yeniden blogu oluşturuyorum (02.05.2013). Laf aramızda tam “Peguen Fıkrası” gibi ( Temel’in Güney Kutbunda sorduğu soru: Yarısı beyaz yarısı siyah kadın var mıdır ?) bir yazı oldu. Hoşgörüle; affola !

Bugün Çeşme’de de 1 Mayıs. Hava mükemmel. Deniz çok güzel. Nezuş üç gün önce, torunlarıyla birlikte deniz mevsimini açtı. Antalya’ya dokuz gün kaldı. Bugün İzmir’e ineceğim. “İnmek” sözcüğüne takıldım. Neden “inmek” ? Çeşme daha yukarıda İzmir daha aşağıda mı ? İkisi de deniz kenarı ve Toriçelli haklıysa yok aslında birbirlerinden farkı. Ortaokul yıllarında Gatenby’in kitabından İngilizce öğrenme(me)ye çalışırken “tırmanmak” sözcüğünün karşılığının “climb” olduğunu öğrenmiştim; arkasından gelen takıya dikkat etmeden… Ancak “kuyuya inmek” sözcüğünün karşılığını bulmaya çalışırken de yine karşıma “climb” çıkmış ancak sonuna bu kez “up” yerine “down” eklenmişti. Ben de daha yolun başında “kuyuya tırmanma”yı anlamakta zorluk çekmiştim. Hoş şimdi de çekiyorum kimi benzer durumları anlamaya çalışırken. Bugün Taksim’de ne oldu acep ? Gözümüzün içine baka baka aynı oyunun figüranları “Bayramı Taksim’de kutlarız; kutlatmayız…” sözde kavgasıyla zihinlerimizi işgal ediyorlar. Demek ki bu yıl “açılım/çözüm süreci”nde Nevruz Bayramı esas olacak ve Taksim’li 1 Mayıs çatışmalarda hedef değiştirmeye hizmet edecek… Bu oyunlar yoruyor beni ve günümde rutinden en ufak sapmalarda bile hata yapıyorum (Nüfus Müdürlüğü ve Belediye arasında numaratörün 116/559/132 oluşunun doğru-yanlış seçimleri gibi). Tıpkı bir zamanlar (60lı yıllar) Göztepe-Bandırmaspor maçında Bandırmalıların “Bandırma… Bandırma…” diye bağırmalarına karşılık Göztepelilerin de hemen ardından sakince ama yüksek sesle “Bandırcez… Bandırcez…” diye slogan atmaları gibi “Taksim’e ineriz… İndirmeyiz…” karşılıklı atışmaları da “Rakı-Ayran” muhabbeti arasında günü renklendirmeye yarıyor sadece. Bu arada  isteyenler, istediklerini yapıyorlar… Tam Türk-Kürt ilişkilerinde temelleri henüz oturmamış Cumhuriyet’in çözüm süreci tartışmaları durulmuş gibi görünürken bu kez içten bir hareket, İsrail’le aynı anda “Osmanlı-Ermeni” konusunu gündeme taşıyor. Endişelerim artıyor. Yaş ilerledikçe hem eylemlerim azalıyor, hem korkular artıyor. İyi olur inşallah…

Yazımın girişindeki karmaşa neden ?

Üç kısa öyküden birer pasaj aldım. Yazımın devamında tamamlarım öyküleri ve mesajlarını. Blogumdan Nisan ayı çok verimsiz geçti. Halbuki her zamankinden çok daha fazla uygun zamanım vardı. Ruhum dingindi. Aklım sakindi. Ümit Pakistan’dan gelmiş ve bir hafta sonra ikinci tur için yine gitmişti. Eray Amerika’dan başarılı dönmüş ve bir haftalık açığı kapatmak için pazar dahil ameliyatlarını sıklaştırmıştı. Hatta öyle ki geçtiğimiz pazar günü 44 ü tamamlayıp 45 e girerken birlikte kutlamak için hazır kıldığımız “Brunch Plus” sofrasına gelebilmesi bile çok zor olmuştu. Bursa ve Pakistan’lı dört Copcu’nun hasretiyle de olsa dokuz COPCU zar zor bir araya geldiğimizde “Plus” “Brunch” ı aşmıştı. Bu birazcık da iç yarışın sonucuydu. Ben kahvaltıyı adanın kekiği, bahçenin mercanköşkte bekletilmiş limonundan yapılan reçeli ve esktralarla süslerken Nezuş börekleri sufle, “Suramsı” et yemeği ile yine beni yenmişti. Olsun varsın. Onlar, hepsi, onüçü de daha nice güzelliklerin binlerce katına değerler. Daha ne ister insan ! Bu arada  Çeşme’yi iyileştirme çalışmaları (şömine, badana, mevsim temizliği, vb) yolunda gitmişti. Oğullarımızın, kızlarımızın yakın-uzak destekleri her zamankinden daha güçlüydü. Binlerce şükür. Ne var ki elim yazmaya gitmedi bir türlü. Odağı bulamadım. Ta ki Antalya öncesi iki dostumun arasındaki “Sınırları Sınama (SS)” iletişim baskısına uzaklardaki üçüncü dostumun tanıklığında aracı konumuna soktuğumda kendimi bir “MAMS” kısaltması oluştu zihnimde. “Kaderin Karesi” de diyebileceğim bu arkadaşların üçü sakallı. Bu nedenle “İnancın Ölçüsü” isimli gerçek öyküde “Sakal Sembolu (SS)” ile Atatürk’ün verdiği dersi buraya almayı uygun buldum.

“Sakal ve İnancın Ölçüsü“nü anladık da “Kibrit Çöpleri” neyin nesi ?

Aslında yanıtı basit: Farklılıklarımız. Örneğin MAMS Dörtlüsünü ele alalım. İlk “M” benim. Özüme bakıyorum ve diğer üçü ile olan ya da son günlerde gelişen iletişim ve ilişkilerimdeki gel-gitlerden ders çıkarmaya çalışıyorum. Yirmisekiz yıl önce “A” ile yeniden kesişen daha doğrusu buluşan yollarımızın öğretilerinde aklıma kazınanın öncelikle SSTC olduğunu görüyorum. Usta-Çırak aşamalarıyla renklenen bu süreçte “SMART” a göre hedef çizerek özel, ölçülebilir, hırslı, gerçekçi ve iş bitirici eylemlerle “ölçme ve ölçülmenin önemi”ni onunla öğrendim. “Kedi yavrusunun seks anlayışı“ndan “etkili olma” dönüşümü için “AIDA“formülüne yaşam katmanın becerisini onun gösterdiği yolda etkinleştirdim. Bunlarla ivme kazanınca Hollanda’nın en kuzeyindeki bir kasaba yıllık kongrenin hemen ardından yemek fabrikasında yaptığımız yemeklerle karnımızı doyurmanın ana mesajlarını ve SPIN Tekniği ile soruları dört grup altında etkili kılma yöntemini üzerime oturttum. Ne var ki bu dörtlü içinde tek sakalsız olanı benim ama kibrit kutusundaki hangi çöp olduğumu yetmişe doğru bile tam emin değilim. Geçen gün baktım ki “A” dörtlünün ikinci “M”sinin sabır sınırlarını zorluyor. Antalya öncesi ek bir maliyet çıkmasından endişe ettim. Örneğin kırksekiz yıl sonra ak sakallı ve her zaman yumuşak huylu olan dostumun “Ben oynamıyorum abicim” demesi olasılığından ürktüm. Değer mi ? Değmez ! Taaa uzaklardan sakin seyirci konumunu sürdürebilen “S”in açılımlı yorumları günüme anlam katarken kibrit kutusundaki çöplerin yapabildiklerine değinmek istedim.

Üçüncü öykü neden ?

Dörtlünün ortak meleğini ele alan üçüncü öyküyü de 12 Mayısta Antalya olacağımız için; o özel güne bugün değinebilmek için yazıma renk katsın diye aldım.

Şimdi öyküleri sırasıyla tamamlayayım:

“… Atatürk, Amasya ziyaretinde, vali konağında yörenin ileri gelenleriyle sohbettedir.Bir ara tam karşısında oturan birine takılır gözleri. Yaşı ellinin üzerinde bu adam beline kadar inen sakalıyla Atatürk’ün dikkatini çeker. Ata, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar “Kimdir bu ?”.  Vali yanıt verir: “Efendim kendisi şıhtır. Yörede çok hatırı sayılır“. Atatürk şıhı yanına çağırır ve “Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. Şunu rica etsem de en azından Peygamber Efendimizin gibi kısaltsan” der ve eliyle de boyun altı hizasını gösterir. Şıh “Emrin olur paşam” diyerek yerine çekilir.

Aradan zaman geçer, bir akşam Atatürk Amasya’daki şıhı hatırlar ve valiyi telefonla arayıp valiye durumu sorar. Vali nasıl söyleyeceğini bilememekle birlikte, şıhın sakal boyunda en küçük bir kısalma olmadığını, aksine kimselere el sürdürmediğini anlatır. Atatürk telefonu kapatır. Kağıdı kalemi eline alır ve az sonra emir subayını çağırıp, yazdığı yazıyı Amasya valiliğine tebliğ etmesini, ister. Ertesi gün Amasya’dan bir haber gelir ki şıh efendi Ata’yı görmek üzere Ankara’ya yola çıkmış… Şıh gelir. Ata’nın karşısına çıkar. Sakal tamamen kesilmiş, saçlar kısaltılmış, kılık kıyafet baştan sona değiştirilmiş, bambaşka bir görünüme bürünmüş…

Atatürk’ün mesai arkadaşları bu değişimi anlayamaz ve Ata’ya sorarlar: “Aman paşam, o şıh ki sakalına el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sağladınız ?“. Ata gülümser, sonra da yanındakilere dönüp “Dün akşam Amasya valiliğine bir yazı gönderdim ve şıhı Afyon’a vali atadığımı bildirdim,” der. Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp emir subayına bu yazıyı da şıha vermesini söyler. Yazıda şöyle yazmaktadır:  “İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselene gelince, bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen yarın başka şeyle için milletinden bile vaz geçebilir.Seni böyle bir ikileme mahkum bırakmayalım. Kal sağlıcakla…

Acaba Atatürk böylesi bir dersi verdiğinde yıllar sonra şıh bunu nasıl hazmedebilmiştir ? Bugün gördüklerimizin, adına çözüm süreci denen çerçevenin içinde ya da civarında şekillenen hareketlerin temelinde verilen bu dersin yarattığı hınçlar var mıdır ? Daha düne kadar sarkık bıyıklarla bir başka yönelmenin sembolünü sunanlar, yurt dışı eğitimlerinde öğrendikleri “pazarlama prensipleri” ile sakal-bıyık konularını unutturup yaptıklarıyla nereye varacaklar acep ? “Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete” demek doğru olur mu ?

Gelelim “Kibrit çöpleri”ne…

“…Kibrit çöplerini insanların yaşantılarına benzetirler. Kibrit kutusu insanın yaşadığı toplumu ifade eder bir bakıma. Bazı kibrit çöpleri vardır bir amaç için yanarlar, kimi bir sigara yakar, kimi bir ocak, kimi boş yere yanıp tükenir hiç bir işe yaramadan. Kimi ise bir ormanı, bir evi, büyük bir alanı yakar kül eder, kendisiyle birlikte. Kibrit kutusunu açıp baktığınızda  hepsi aynı gibi gözükse de birbirinden farklı kibrit çöpleri vardır. Bazıları yanamayacak kadar incedir. Yakarken kırılır zannedersiniz ama bilir misiniz en iyi onlar yanar. Bazıları da epeyce kalın. Zannedersiniz ki yanınca yeri göğü yakacak ama yakınca bir bakarsınız “foss” diye bir ses çıkarır, kendisini bile yakamaz. Sadece ucundaki kimyasal madde alev bile almadan kararır gider. Kimileri eğri büğrüdür ama yine de bir çöpünden beklenen fonksiyonları yerine getirirler. Her zaman en üstteki kibrit çöpleri ilk önce yanar. İşte insan yaşamı da bu kibrit çöplerine benzer. Kimi insanlar vardır, kendinden bekleneni asla yerine getirmezler, kalın kibrit çöpü gibi kendi kendilerini yok eder giderler. Kimi insanlar vardır, bir lambanın fitilini yakarlar kendileri yok edip gitse de ışığı kalır. Eğri ve kırık kibrit çöpleri gibi özürlü insanlar vardır aramızda yaşayan, onları şekilleriyle değil işlevleriyle değerlendirmeliyiz ve neyi yaktığına bakmalıyız.

Kibrit kutuları, içinde yaşanılan topluma benzer. Islak bir kutudaki kibriti istediğin kadar uğraş yakamazsın. Demek ki içinde yaşanılan toplum insanı istemese de çok etkiler. Bazı kibrit çöpleri de aykırı insanları ifade eder. Tüm kibrit çöpleri aynı yöne bakarken onlar tam tersine bakar kutuda. Kutu açıldığında ilk önce onlar göze çarpar ve herkesten önce onlar yanarlar. Aykırılık başa beladır. Bazı kibrit çöpleri birbirine yapışmıştır. Dikkat ederseniz onlar da kafadar insanlar gibidirler, biri yanınca diğeri de yanar. Ama en tehlikelisi kendisiyle birlikte kutuyu da yakan kibrit çöpleridir. İçinde bulundukları toplumu çökertirler. Bazı kibrit çöplerinin ucunda kimyasal maddesi yoktur. Ne yaparsa yapsınlar yanamazlar. Toplumun içerisinde ot gibi yaşayıp giderler. Toplum nereye onlar oraya…”

Acaba ben, biz ve özellinde MAMS Dörtlüsü nasıl birer kibrit çöpüyüz ? Kendi gözümüzle ve dostların gözüyle nasıl bir kibrit çöpüne benziyoruz ? Bugünlerde aykırı kibrit çöplerini ve asıl önemlisi gerçekten de kutuyu yakacaklarından kortuğum kibrit çöplerini gördükçe ürperiyorum. Allah encamımızı hayreylesin…

Şimdi de 12 Mayıs meleğimizin öyküsüyle yazımı tamamlayayım:

“…Bir zamanlar dünyaya gelmeye hazırlanan bir bebek varmış.

Bir gün Tanrı’ya sormuş: “Tanrım, beni yarın dünyaya göndereceğini söylediler; fakat ben o kadar küçük ve güçsüzüm ki, orada nasıl yaşayacağım ?“.

“Tüm meleklerin arasından senin için bir tanesini seçtim. O seni bekliyor olacak ve o seni koruyacak. Meleğin sana her gün şarkı söyleyecek ve gülümseyecek. Böylece sen onun sevgisini hissedecek ve mutlu olacaksın”.

Pekiiii ….İnsanlar bana bir şey söylediklerinde, dillerini bilmeden söylenenleri nasıl anlayacağım ?“.

“Meleğin sana dünyada duyabileceğin en tatlı sözcükleri söyleyecek, sana konuşmayı dikkatle ve sevgiyle öğretecek” .

Peki Tanrım ben seninle konuşmak istersem ne yapacağım ?” .

“Meleğin sana ellerini açarak bana dua etmeyi de öğretecek”.

Dünyada kötü adamlar olduğunu duydum, beni kim koruyacak ?”.

“Meleğin seni kendi hayatı pahasına da olsa daima koruyacak”.

Fakat ben seni bir daha göremeyeceğim için çok üzgünüm“.

“Meleğin sana sürekli benden söz edecek ve bana gelmenin yollarını sana öğretecek”.

O sırada cennette bir sessizlik olur ve dünyanın sesleri cennete kadar ulaşır. Bebek gitmek üzere olduğunu anlar ve son bir soru sorar”Tanrım eğer şimdi gitmek üzereysem lütfen çabuk söyle benim meleğimin adı ne ?”

“Meleğinin adının önemi yok yavrum, sen onu ANNE diye  çağıracaksın”.

Evet MAMS Dostları 12 Mayıs Anneler Gününde Antalya’da beraber olacağız. Şimdiden Anneler günümüz kutlu olsun. Sevgili annelerimin (Lütfiye ve Tayyibe) ruhları şad olsun, mekanları cennet olsun. Tam yirmi yıl önceydi Singapur’daydım. İki tane seramik duvar süsü almıştım. Şu an karşımdaki duvardalar. Birinin üzerinde “Evim” diğerinin üzerinde ise “Anne” yazıyor ve şu cümleler var:

MOTHER, God could not be everywhere and therefore he made mothers / Tanrı heryerden hazır olmayabilir ve bu nedenle o anneleri yarattı“. Ne güzel bir söz, Ne güzel bir yaklaşım.

Nice dostlukların, anne sevgisinin gücüyle aşılan zorlukların öğretilerilerinin hep aydınlık yollarda şekillenmesi dileklerimle.

Öykücü