Yaşam Büfesinde “66”

“… Musa adamlarını çölden geçirmektedir. Suları tükenir. Adamları Musa’dan yardım isterler. Musa “Yağmur duasına çıkın” der… Hintli bir kadın küçük çocuğunun elinden tutarak Gandhi’ye getirir. “Çocuğum şeker hastası ve şeker yiyor. Lütfen ona söyler misin şeker yemesin” der.Gandhi kadına “şimdi git ve üç hafta sonra gel” der…

Merhaba

Her iki kısa öyküye de daha önce yazılarımda yer vermiştim.

Neden bugün tekrar ve neden yazımın başlığı “66” ?

Sorular güzel. Özellikle “neden” sorusunu kullanırken dikkatli olmalarını öğütleriz SSTC Ustalık Yolculuğuna çıkanlara. Bu cümlede bugün beni “biz” yapan sevgili Utku. Yakın ve uzak dünlerde “biz”leşirken Ümit vardı; Tahsin vardı ve 2008 den veda öncesinde bu ekibe İrfan, Kayhan ve Veli de eklenmişti. Tüm gruba duyuruda bulunmuştum. “Ben gidiyorum; iki yardımcı eğitmen yetiştirmek istiyorum” diye. İki yardımcı beklerken dört kişi kendiliğinden gelivermişti. Ben de hepsini birden gruba almıştım. Mart 2008 de başlayan hazırlık sürecimiz Eylüle kadar kesintisiz aylık toplantılarla olgunlaşarak sürdü. Hepimiz mutluyduk. Kurumsal mükemmelliyetçilik yolculuğumuzun ek adımlarını bireysel mükemmellik arayışlarımızla sürdürüyorduk. İşte tam bu noktada üç temel soruyu buraya yazayım. Ancak yanıtlarını Eylül sonunda Aydın’da çıkacağımız SSTC İlk Adım Ustalık Yolculuğunda katılımcılarla paylaşırız. İşte sorular:

1.Olgunluk nedir ?

2.Mutluluğu nasıl tanımlarsınız ?

3.Mükemmellik nasıl oluşur ?

Önce neden yazımın başlığı “66” ? sorusuna yanıt vereyim. Bugün sevgili eşim, can yoldaşım Nezuş’un 66 ncı yaş günü. Ortaokul ikinci sınıfta (1958) başlayan beraberliğimizin ilk gün hazları, olgunlaşma sürecindeki gelgitler (Lise yılları), resmiyete dökülmeden önce ilerleyen flört (1963 Fakülte başlarken) ve nişanlanırken (04.04.1964)  verilen sözler : “Siz nişanlayın Vallahi biz okulun bitmesini bekleriz” deyip de sadece bir yıl sonra, Fakülte iki biterken evlilik; bir yıl sonra Ümit’in doğumu ve sonrası rüzgar gibi geçen yıllar. Binlerce şükür. Daha ne ister insan ! Şimdi “13 COPCUs” olarak mükemmel bir birlikteliğimiz var. Hele bizden (MNC) sonraki nesillerde görüp de imrendiğimiz “paylaşım ruhu; destek ruhu” bulunmaz bir nimet. Sürekli dualarımızda “beraberliklerimizi, sevgilerimizi ve desteklerimizi koru Allahım” var. Öyle bir 66 yıl ki bu sabah ciceksepeti.com aracılığıyla gelen gül demeti ve çukulatının ekindeki kartta aynen şöyle yazıyordu “sen çok özelsin“. Gerçekten de öyle. Önemli olan bunu görmek, anlamak, takdir etmek ve tüm bunları hissettirebilmek için dillendirmek-ki ben hariç tüm COPCUs bunu çok iyi yapıyor. Ben hâlâ yetmişe yaklaşırken bile daha çok sessizliği ve “dinleme“de kalmayı yeğliyorum. Belki kolayıma geliyor; belki de birisinin bunu yapması gerek ya da SSTC den kurtulamayan yaşam biçimi.

Bu 66 var ya; beni alıp başka yerlere de götürüyor. Örneğin rahmetli babama. Ortaokul yıllarında babamla kış geceleri evde kağıt oynardık, Philips marka 1945 model lambalı radyoyu dinlerken. Onun tercihi ya 66 (iskambil) veya prefe idi. Bana zor gelirdi. Ben blum ya da piştiyi tercih ederdim. Böylece kağıt oynarken bile bana zoru öğretiyordu. Şimdi elimdeki kitaba bakıyorum ve bir rahipin oğlu olarak İrlanda’da çocukluğu geçen ve daha 12 yaşındayken üniversitedeki bir proje çalışmasında Latince bildiği için yardımcı olan, zirvedeyken vazgeçebilen, altı yıl önce yaşı yetmişi aşmışken “Ben kalender meşrebim” isimli kitabıyla yaşam serüvenini aşama aşama yazıp bizimle paylaşan Prof. Charles Handy’i düşünüyorum. Kitabı soluksuz okudum. Gittim dört tane daha satın aldım. Dokuz gün önce çekim yapıp montajladığım ve adını “Genç Girişimciler” isimli avi dosyamdan birkaç kopya cd yapıp bu kitaba yapıştırdım. Kerem’e verdim. Adreslerine göndersin istedim. Büyük olasılıkla işlerinin arasında bunun (bence) ivedililiğini unuttu. Yine de facebook sayfama onca yüküne rağmen (> 200 mb) video olarak yükleşmiş ki pekçok eski dosttan övgüler geliyor ileti kutuma.

Kendi akışında bu Eylül neden bu kadar haz dolu ?

diye soruyorum kendime. Aman nazar değmesin; bu kadar mı dolu dolu olur bir Eylül hem de hiç bir ayarlama, uyarlama yapmadan. Utku’nun “öğretirken öğrenme” hevesiyle somutlaşan boya ve kağıt endüstrisindeki SSTC yolculukları; Netdirekt beraberliğinde keyif veren eşgüdüm çalışmaları; İrem’le zenginleşen on günlük Çeşme gün ve geceleri; 14 ve 19 Eylülle anlam kazanan Nezuş odaklı kutlamalar… Kaybederken de öğrendiğimiz, geride bıraktığı emanetine yine nezuş’un gayretleriyle ve yakınlarımızın eleştirilerine karşın yakın durduğumuz Ablamın vefatı (20 eylül 2011) sonrası ilişkiler… Daha neler neler ?

Geçen hafta içinde birgün deniz kenarında İrem dedi ki “Biz yarın Çağan’la ticaret yapıcaz“. Babasının (ve annesinin) kızı ne olcek ! Kendiliğinden, durduğu yerde söylenen bir söz. Biraz deştim “nerden çıktı bu ?”. “İşte öyle” deyip kestirip attı. Çağan’a sordum “İrem dedi” dedi. Heveleri yüksekti. Her sabah saat dokuzdan sonra uyanan bu altı yaşa merdiven dayayan genç girişimciler o sabah saat altıda uyandılar. Limonata satmaya karar vermişler. “İyi” dedim “Size gidip Migros’tan alayım siz satın. Sahi nerde satacaksınız ?” diye de sordum. “Hayır” dediler “Biz ev yapımı limonata satıcaz; evde yapıcaz“. Vay canına ! Gerçekten mükemmel bir yaklaşım. Her tür yardımı yaptık sadece onların istedikleri ve bize izin verdikleri yerde, zamanda ve usulde. İrem limonu dalından kopardı. Kabuğunu rendeledi. Suyunu sıktı. Şerbetini kaynattı. Arada bir Nezuş’a uyarak namaz kıldığı tülbentle kabuğun sarı-yeşil rengini şerbete kattı. Soğuttuk. Çağan da şeftali yaptı. Nazım abinin (Çağan’ın dedesi) evinin önüne tezgah kuruldu. Gerçek anlamda bir SSTC uygulaması ve pazarlama aktivitesiydi yaptıkları. Sponsorları vardı; promotörleri etkiliydi; segmentasyon yapmışlardı…Video kayıtlarımdan “Genç Girişimciler” videosunu hazırladım. Sonraki nesle iletirken isteğim aynı zamanda bu görselin Prof. Handy’nin yukarıda sözünü ettiğim kitabıyla birlikte 2020, 2030 ve 2040 lı yıllarda izlenmesiydi.

Görelim Mevlam neyler neylerse güzel eyler.

ve bugün camide neden bu denli duygusallaştım ?

Son üç haftanın Cuma günleri Çeşme’de geçince Cuma namazlarına katılmak nasip oldu. Üç hafta önce Almanya’da görev yapıp Çeşme’ye izinli gelmiş olan hocanın hutbesi mükemmeldi. Günceldi. Sevgi, hoşgörü ve “dinleme” odaklıydı. Tam da beklediğim kavramlardı. Videoya kaydetmeyi isterdim. Geçen hafta camimizin sürekli hocası izinliymiş. Genç bir imam vardı. İyiydi. Bakışları güzeldi. Hutbe merkezden uydu kanalıyla veriliyordu. Çeşme Müftüsü değişmiş olmalı ki ses bana tanıdık değildi; konu bana uyumlu değildi. Bu kez hutbenin merkezinde “bilim” vardı ama sonunda anladım ki bu bilim “çocukların Kur’an kursuna gönderilmesi” idi. Olabilir. Buna sözüm olmaz. Ancak satır aralarına koyduğu müslümanların Cennet’te gruplara ayrılması ve 50 puanlık olanların önünde elma armut gibi meyveler; 60 puanlık olanların önüne ise kuzu çevirme konulması aklımı ve ruhumu oradan uzaklara götürdü. Bugün ise Nezuş ve 66 nedeniyle biraz daha erken, sâla verilmeden camiye gittim. Birinciydim. Benden önce gelen yoktu. cami pırıl pırıldı. Mis gibiydi. Sâlayı Bayram hoca okudu. Farklıydı. İçeriği farklıydı. Sesi farklıydı. Tonu farklıydı. Videoya kaydetmek isterdim. Ağlayasım geldi. Zaten duyarlılığım tavan yapmıştı ciceksepeti.com dan dolayı. Hocamız izinden gelmiş. “Nasıl geçti izin ?” dedim. “Çocuğu Atatürk Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliğine kaydettirmek için Erzurum’a gittim.” deyince ruhum biraz daha gururla kabardı. Bir de hutbeyi hocamız kendisi yapınca; sözlerinin odağına “sevgi” yi koyunca hele bir de “eşinize seni seviyorum” deyin diyecek kadar cesur olunca ben bu Cumayı çok sevdim. İşte 66 nın faziletleri. Binlerce şükür Allahım.

Şimdi yazımın girişindeki kısa öyküleri sonlandırıp yazımı bitireyim ki Nezuş denize gitmek istiyor onunla olayım.

“… Musa adamlarını çölden geçirmektedir. Suları tükenir. Adamları Musa’dan yardım isterler. Musa “Yağmur duasına çıkın” der. Adamları yağmur duasına çıkarlar. Yağmur yağmaz. Tekrar Musa’ya gelirler.”Ya Musa” derler “Dua ettik ama yağmur yağmadı”. Musa sorar “hendekler nerede ?”. “Ne hendeği ?” derler adamlar. Musa sakince açıklar “Yağmurun yağacağına inansaydınız hendekleri kazardınız. İnanmadınız. Kazmadınız. Yağmur ondan yağmadı“…

İşte bu kısa öyküden ben SSTC ya da yıllık toplantılardaki moderatör rolümde hep derim ki “inanırsanız inandırabilirsiniz”. Şimdi gelelim ikinci öyküye

Hintli bir kadın küçük çocuğunun elinden tutarak Gandhi’ye getirir. “Çocuğum şeker hastası ve şeker yiyor. Lütfen ona söyler misin şeker yemesin” der.Gandhi kadına “şimdi git ve üç hafta sonra gel” der. Kadın gider. Üç hafta sonra tekrar gelir. Gandhi çocuğa bakar, elini tutar ve “şeker yeme” der. Sadece bu kadar. kadın şaşırır. Gandhi’ye sorar ..””Bu iki sözcük için neden beni üç hafta beklettin” der biraz hayret biraz da kızgınlıkla… Gandhi sakince yanıtlar “Çünkü üç hafta önce ben şeker yiyordum” der.

İşte bu öykünün temel mesajı olarak da ben “otorite”ye seslenirim gerek SSTC lerin finalinde, gerekse içine omurga yerleştirerek çerçeve çizme ve yüksek performanslı ekip oluşturma çalışmalarımızda. Bu seslenişimi de yine Latince bir özdeyişler yaparım (Utku yabancı sözcükleri sevmese de) “Medicine cura te ipsum / Doktor, önce sen kendini iyileştir”.

Sözün özü; Nezuş, 66 yıla sığdırdığı sevgilerini benimle birlikte üç oğul, üç kız ve beş toruna aktarırken “adrakadabra / konuştukça yaratırım” ın en somut örneği oldu; rahmetli babam kadar cesurdu, doğruları doğrultusunda ısrarla, sabırla, inatla giderken. Bizleri de yanında götürdü tüm bu ustalık yolculuklarında ve Ümitgiller en güzel ifadeyi bulmuşlar “sen çok özelsin”; ben çok şanslıyım; biz çok şanslıyız.

Allah herkese nasip etsin; tıpkı 12 Haziran 2005 de sahnede gözyaşlarıyla “ben de konuşmak istiyorum” diyen beyaz duvaklı kızımızın daha o günlerdeki sözlerindeki gibi “Allah herkese nasip etsin“.

Çeşme’den selam ve sevgilerimle nice 66 a bağlayan sevgiler hep aydınlık yollarda sürsün.

Öykücü