Yaşam Büfesinde “Duanın Ağırlığı”

“…Leyla isimli çok fakir giyimli bir kadın hüzünlü bir yüzle manava girer ve dükkan sahibine mahcup bir şekilde yaklaşır. Kocasının çok hasta olduğunu, çalışamaz duruma düştüğünü, çocuklarının aç kaldığını ve yiyeceğe ihtiyacı olduğunu söyler. Cevat isimli manav ona ters bir şekilde bakarak dükkanı terk etmesini söyler. Kadın ailesinin ihtiyaçlarını düşünerek : “Lütfen efendim” der “Paramız olur olmaz getirip borcumuzu ödeyeceğim“. Cevat kendisine bir kredi açamayacağını, onun eski müşterisi olmadığını, kendisinde bir hesabı olmadığını söyler. O sırada dükkanın dışında bekleyen bir müşteri ikisinin arasında devam eden bu konuşmayı dinlemektedir…”

Merhaba

Bugün arife. Aslıhan bizde ve rahat bir gece geçirdi. Ümitgiller Dubai’de. Yorgun günlerin Barış içinde bir süreliğine de olsa dinlenme ve dinginliğine çare olacak bayram tatilindeler. Biz İzmir’de Eray ve Keremgillerin yakın markajında Allah’a binlerce şükür iyiyiz ve güçlüyüz. Yazımın girişindeki Leylalardan ne kadar haberdarız; manav Cevat, belleğimdeki diğer Cevatlara örneğin Çeşme’deki kapı komşuma benzer mi; seksenbeşlik as solist Beypazarı bülbülünün gece yarısını aşan sahne performansının enerjisi nereden geliyor benzeri karmaşık ve bağlantısız sorular bu arife gününde sadece aklımın odağını şaşırtıyor.

Yazdan kalma bir Kasım Cumartesisi. Sabah yürüyüşü sonrası gazeteye göz atarken iki gün önce Bayan Merkel önünde el pençe divan duran Bay Yorgo’nun yüzündeki çaresizlik manavdaki Leylanın hüznünden daha az değildi bence. Benzer ya da benzemez ama ikili ilişkisini rahmetli Ecevit’in genç Clinton önündeki duruşu ve bay Clinton’un kıçının yarısını masaya dayayarak oturuşunun yorumlarını düşündüm. Baltaş hocam bunu olumlu yorumlamıştı ve demişti ki “Bakın ceketinin düğmesi ilikli. Oturmasının nedeni de boy farkını ortadan kaldırıp üstten bakmamak ve aynı hizada duruş sergilemek için…” Güzel ifadelerdi. Gerçek miydi ? Yoksa vaziyeti idare etmek miydi ? Bilemem. Ustalık bu olsa gerek.

Bugün Cumartesi. Gazetemi Çarşamba ve Cumartesi günleri ayrı bir keyifle okurum. Çünkü bu iki günde Ege Cansen var. Internetten okumayı sevmem. Sözcükleri elimle tutmalıyım. Ege beyin kaleminden Bay Yorgo’nun geçmişine takıldım. Bugüne gelirken tıpkı mısır ısalahındaki ilk yedi senede verilen kendileme ve saflaştırma emekleri gibi yoğrulmuş üç nesil geçmişi. İnsanın rakbinin kaliteli olması da ayrı bir zevk. Ben şimdi Yorgo beyi,”Kasımpaşa’lı değilmiş” diye tanımlayacağım ver bu tanımı yazımın ilerleyen kısımlarında birazcık üstü kapalı açıklayacağım. Fazla açmak iyi değil bu günlerde. Çünkü ya porno ile karışıyor ya da gelgeller oynanıyor yaşam büfesinin önünde self servis olan başarılara erişeceğim derken… MASlaşma sürecinde ardışık olarak birlikte olduğum iki Kasımpaşa’lıya takıldı aklım. Biri sessizdi. Arada bir konuşurdu. Her ikisi de “Hire & Fire / Ali top at” oyununu seviyorlardı. Ben Kasımpaşalı olmayı, zorunlu olgunlaşma sürecini yaşamak sabrını göstermeden, kalite adına cin olmadan şeytan çarpmaya kalkanlara veriyorum. Yorgo bey öyle değilmiş; en az üç nesilde gelişme ve olgunlaşma yaşanmış. Dün gece reklamlarda bir şeker şirketi kendini överken 34 ncü olduğunu söylüyordu. İnanamadım. BinTürk şirketi sıralamasına baktım. Meğer 71nciymiş. Şaşırdım mı ? Hayır. “Yalandan kim ölmüş” deyişini anımsadım. Önceki sessiz Kasımpaşa’lı sahneye çıkmadan 2011 hedefini söyleyiverdi yarıyıl değerlendirme toplantısında. Gelecek yıl Türkiye’nin ilk 500 şirketi arasında yer almak ve dörtyüzün son sıralarındaki bir şirketin cirosunun yüzmilyon TL dan az olduğuna değinerek 2012 hedefini 100 mTL olarak sadeleştiriverdi. O günlerde bunu kontrol etmek istemedim ve TOMBULlaşmamış bile olsa yandaşlığı yeğledim. Çünkü en azından bir vizyonu vardı liderin. Bu bile ustalık yolculuğunda çok önemliydi. Şimdi elimdeki listeye bakınca bunun pek doğru olmadığını görüyorum. Benimle katıldığım yandaş etkisi ile bu hedef yıllık toplantıya taşındı. “Yandaşlar“ı olmadıkça liderin lider olamayacağını; yandaşların da lideri ya vezir ya da rezil edeceğini bir kez daha gördüm. Bu öğrenmeyi de Kasım ayı kitabım olarak Ekimin son haftasında İş Bankası Kültür Merkezi’nde geçirdiğim bir saatlik okumanın sonunda aldığım kitapla pekiştirdim.

Kimi zaman öyle rastlantılar oluyor ki şaşırıyorum. Bu kez de öyle oldu. Harvard İş Okulu değerlendirmelerini içeren bir kitap setinden bir kitap daha seçip satın aldım Nezuş’u beklerken. Kitabın adı : Kötü Liderlik: Nedir, nasıl gerçekleşir, niçin önemlidir / Bad Leadership: What it is, How it happens, Why it matters). Bu linkle söz konusu kitaba erişebilirsiniz. http://www.amazon.com/gp/product/B005DI8Y1Q/ref=pd_lpo_k2_dp_sr_2?pf_rd_p=486539851&pf_rd_s=lpo-top-stripe-1&pf_rd_t=201&pf_rd_i=1591391660&pf_rd_m=ATVPDKIKX0DER&pf_rd_r=1CCK3N8KFYJ21T4HWQJK . Bayan Barbara Kellerman’ın yazdığı kitabı satın aldıktan bir hafta sonra kargodan elime geçen Capital Dergisi’nin Kasım 2011 sayısında bu kitabın öne çekilerek tanıtıldığını görüyorum. Bu kez de beynim ne arıyorsa onu buldu ve basın onu şartlandırmadan. Aynısı sevgili hocam Prof.A.Kırım’ın (bence) ani ölümünden önce de gerçekleşmişti “Hocam bana bir akıl ver” isimli (ismi tam doğru yazamamış olabilirim; affola)  kitabını satın alırken. Çok kalmadan “hergünü son gün gibi yaşamak” felsefesine uyan somut bir olguyla birbiriyle kan bağı olmayan “Duble Arman” ın bir araya gelip ölümünden bir gün önce tam sayfa röportaj yayınlanması da ayrı bir anlama sahip benim için. Herneyse. Konular karışmasın. Bu iki açıklama kitap seçimindeki isabet adına.

Şimdi nasıl toparlayacağım yazımı ?

Bir yanda manavda bekleyen Leyla, diğer tarafta Ege beyin yorumlarıyla Bay Yorgo’nun el pençe divan duruşu; beri tarafta M.Y.Yılmaz’ın köşe yazısında Ali Kocatepe ve yıllar önce anımsadığım “Toplu İğne Müzik Yarışması” ve “bundan böyle düşünerek atın adımlarınızı” satırları. Sanırım Kuşadası’nda başlayan bu yarışma ilkinde kaldı ve devam etmedi. Yazımın başlığını önce Yaşam Büfesinde “Eylül” diye koymak istedim. Ben Eylülü çok severim. Gerek 14, 19 ve 27 siyel bizi Copculaştırıp bir düzine kılan şansları için gerekse özellikle Çeşme’de yazlıkçılar gittikten sonra daha bir güzelleşen deniz ve mehtap için. Bu nedenle yazımın ekindeki bir görseli Eylül ve İrem’li kutlamadan aldım. Aslında Eylüle hep bir sorumluluk yüklerim; beni azıcık hüzünlendirip yazdan kışa hazırlasın diye. Son yıllarda Eylülden sonra yazdan daha sıcak Ekim ve Kasımlar gördüm tıpkı bugün olduğu gibi. Bu da benim Eylüle olan inacımı zayıflattı. Kimi zaman Eylül beni aldatıyor gibi geliyor. Sanki son zamanlarda grip aşısına sponsor oluyor Eylül. Eski Eylüllerde daha bir “tristeza” ruh haliyle doğuya doğru giderdim.

Sabah yürüyüşü sırasında yazımın başlığı “mütemmim cüz” diye koymayı düşündüm. Soracaktım kendime “yaşamın mütemmim cüzü” ne ola ki ?” diye ve yanıtını da “ölüm” diye verecektim. Bu mütemmim cüz sözcüğü de beni alır 1964 yılında Fakülte ikinci sınıfta karşımıza tüm sertliği ile çıkan “ekonomi” dersine götürür. Prof.A.Aras’ın kendisinden çok bizden öncekilerin anlattıkları öyküler korkuturdu bizi. Prof.M.Talim’den aldığım bu dersi de en yüksek notla geçmiştim. Orada tanıdığım “mütemmim cüz/bütünden ayrılmayan tamamlayıcı parça” olarak aklımda tutmuştum. En güzel örneği de arabanın mütemmim cüzünün stepne veya kriko olduğu idi. Hatta yetmişli yılların sonuna doğru sahip olduğum 1968 model Anadol’da altı ayda bir trafik vizesine giderdim ve kontrolde iç tavan aynası mütemmim cüzdü ama dış yan aynalar “teferruat”dı. Zaman ne kadar değişti ! Pekçok teferruat şimdilerde birer mütemmim cüz oldular. Bu bütünün ayrılmaz parçalarını artık yasalar, kurallar, yönetmelikler zorlamıyor. Biz yaşam stilimizde kendimiz yaratıyoruz. Tıpkı Çeşme’de kış boyu uykuda kalacak ve fakat aylık aidatı sürekli ödenecek internet hattım gibi. Kışın kırk yılda bir kere kullanılacak ve fakat belki de kırk yıla değecek. Nice benzerlerini yaparak bireyden topluma ve evrene doğru hızlı bir gelişmenin birer mütemmim cüzü de biz oluyoruz. Kimbilir farkında varmadan ödenen bedeller ve karbon ayak izleriyle… Önceki yazımda da dediğim gibi, madem ki yaşamın mütemmim cüzü ölüm; o halde biz iki şeye mecburcuyuz: Ölmeye ve ölünceye kadar (adam gibi) yaşamaya.

Bayan Barbara, yukarıda sözü edilen kitapta kötü liderleri yedi tip içinde sınıflandırır: Yetersiz, Bağnaz, Taşkın, Duygusuz, Ahlaksız, Umursamaz ve Şeytani. Kötü liderliği de iki temel değişkenle koordinat eksenine oturtur. Bunlar: Etki ve Etiktir. İlginç. Tıpkı Taner ve Ertan’ın aynı harflerin farklı kombinasyonları oluşu gibi. Barbara hanıma göre kötü liderlerin kötülükleri ya etkisiz oluşları ya etiksiz oluşları ya da her ikisinin yoksunluğunda oluşmaktadır. İnterlandımda yer alan ilk Kasımpaşalıya bakınca her ikisinden de azıcık görüyorum. Etki ve etik yoksunluğu yandaşların da benzer yapı ve beklentileriyle destek bulunca kolaylıkla kötü liderliğe dönüşüyor. Ve … şiirde dendiği gibi “bir kere sevdaya kapılmaya gör, ateşlere yandığının resmidir. Aşık dediğin Mecnun misali kör; ne bilsin alemde ne mevsimidir...”

Leylanın durumuna geçmeden önce Barbara hanımdan bir alıntı yapmak istiyorum: “… Liderler genellikle peşine düştükleri amaçlardan çok, kullandıkları ya da kullanmakta başarısız kaldıkları araçlar yüzünden etkisiz olurlar. Çoğu lider ortaya makul ve mantıklı hedefler koyar. Ancak bu hedeflere ulaşma kapasitesine sahip çok sayıda lider ve yandaş yoktur… Liderler ve mevcut yandaşları uzun vadeli amaçları gerçekleştirmek için gerekli nitelik ve becerilerden yoksundurlar…” Sanki yakın dünlerimi yaşayarak yazmış Bayan Kellerman. Bir yerde de güzel bir deyişi var: “Eğer kötü liderlikten daha iyi liderliğe geçmek için bir umudumuz varsa, ışığa bakmak ve karanlıkta görmek arasında bir denge kurmalıyız”. Helal olsun.

Leyla ile manav Cevatı (onu sevmediğim için adını apostrof es ile ayırmayacağım) dinleyen kişiye ve sonrasına geçmeden önce ışık ve karanlık dengesini, Beypazarı Bağevinde çok iyi kuran, ailecek becerilerini doğallıkla sergileyen seksenbeşlik dedenin yüzünde eksilmeyen gülümsemeye değinmek istiyorum. Geçen hafta ülkemin genelinde iptal edilen Cumhuriyet kutlamalarına bu denli cılız verilen tepki birilerini yakınlarda daha cüretkar ve hatta gözü kara yapacaktır. Allah encamımızı hayreylesin. İşte öylesi bir günde, geçen hafta 29 Ekim Cumartesi gecesi Beypazarı Bağevi’nde unutulmaz haz duyduğumuz bir gece geçirdik Nezuş’la ve dostlarımızla… Grubumuz otele döndükten sonraki bizim ekstra iki saattimizde müzik, söyleyenlerin kendileri içindi, özgündü, içtendi. Daha bir fazla keyif gözyaşlarıyla doluydu. Bu arada genç Kubilay ve eşiyle paylaşılan masa ve masanın öbür ucunda yıllar öncesinin dostluğunu canlandıran Hasan dayısının varlığı o geceye ayrı değerler kattı. Biz çok şanslıymışız ki o geceyi yaşadık ve inanın Prag gecelerinden bin kere daha doyumluydu. Şimdi gelelim Leylaya.

“…Leyla isimli çok fakir giyimli bir kadın hüzünlü bir yüzle manava girer ve dükkan sahibine mahcup bir şekilde yaklaşır. Kocasının çok hasta olduğunu, çalışamaz duruma düştüğünü, çocuklarının aç kaldığını ve yiyeceğe ihtiyacı olduğunu söyler. Cevat isimli manav ona ters bir şekilde bakarak dükkanı terk etmesini söyler. Kadın ailesinin ihtiyaçlarını düşünerek : “Lütfen efendim” der “Paramız olur olmaz getirip borcumuzu ödeyeceğim“. Cevat kendisine bir kredi açamayacağını, onun eski müşterisi olmadığını, kendisinde bir hesabı olmadığını söyler. O sırada dükkanın dışında bekleyen bir müşteri ikisinin arasında devam eden bu konuşmayı dinlemektedir. İçeri girerek Cevata yaklaşır ve “Ben o kadının almak istediklerine kefilim” der. “Ailesinin ihtiyacı olan şeyleri ver“.”

Bunun üzerine manav çok isteksiz bir şekilde kadına döner ve “Bir alışveriş listen var mıydı ?” diye sorar. Leyla “Evet efendim” der. “Tamam” der manav “Şimdi onu terazinin şu kefesine koy, onun ağırlığınca diğer kefeye istediklerini koyacağım“. Leyla bir an duraksar, sonra başını öne eğer ve çantasını açarak üzerine birşeyler karalanmış bir kağıt parçasını çıkartır ve manavın kendisine gösterdiği kefeye özenle bırakırken başı hâlâ öne eğiktir. Manavın ve diğer müşterinin terazinin kefesine dikilen gözleri hayretle büyümüştür. Manav müşteriye dönerek kısık bir sesle : “İnanamıyorum” der. İnanılacak gibi değildir. Müşteri manava gülerken manav çoktan diğer kefeye eleni geçeni doldurmaya başlamıştır. Ama nafile. Diğer kefe yerinden kımıldamaz. Terazinin kefesi artık üzerindekileri alamayacak kadar dolduğunda çaresiz hepsini bir torbaya doldurup kadına uzatır. Şaşkınlıkla üzerinde birşeyler çizilmiş olan kağıdı eline alır ve okur. Bir de bakar ki orada bir alışveriş listesi yoktur. Sadece bir dua yazılıdır: “Allah’ım neye ihtiyacım olduğunu sen bilirsin. Sana sığınıyorum”. Manav taş gibi bir sessizliğe bürünmüştür. Leyla kendisine teşekkür ederek dükkandan ayrılır. Müşteri Cevatın eline bir yüzlük tutuştururken : “Her kuruşuna değdi” der. Daha sonra Cevat terazinin kefelerinin kırılmış olduğunu görür. Bu nedenle duanın ne kadar ağır çektiğini sadece Allah bilir…”

Yarın bayram. Biz Copcuların 9,5 u Mavişehir’de beraber olacağız. Yine bayram yemeğinde buluşacağız. Yine yemeğin sonlarına doğru duamızı edeceğiz. Duamızın son bölümünde de “Allah’ım istediklerimizden hak ettiklerimizi ve bizler için hayırlı olacak olanları nasip eyle” diyeceğiz tüm inancımızla. Sonrasından tatlının uzak kenarından birer parça alacağız ki dileklerimiz Dubai’deki üç Copcu’ya da gitsin ve onlar Bayramın son günü sağ salim geri gelsinler diye. Dualarımız bugüne kadar hep gerçekleşti. Ümit’in çok uluslu bir şirkette gelişen başarılı yöneticiliği, Eray’ın devletten başlayıp Kanada deneyimleriyle Medikal’de özelleşen genç profesörlüğü, Kerem’in Hostcini’den Netdirekt’e uzanan girişimciliği hep bu ortak dualarımızın gücünden. Şimdilik zarın biri onlar için de şeş atılmış da olsa diğer zarın yek ya da en azından dü kalması çok zor görünüyorsa da ve bu alt yapının sonraki kuşağa yüklediği kendilerine dönük sorumluluk eksikliği için de bizim ekstra ve ekstra dualarımız daha bir fazla. Yeterli olacak mı ? İnşallah.

Barbara hanımın öğretilerinde “kendi ördüğümüz ağlara nasıl takıldığımızı anlattığı bölümün başlığı “Karanlığın Yüreği” dir ki Allah nice bayramlarda bizleri etki ve etik yoksunu kötü liderlerden korusun ve yolumuzu hep aydınlık etsin dualarımı tüm ülkem için ruhumun derinliklerinden diliyorum.

Öykücü