Yaşam Büfesinde “Zafer Sonrası…”

“…Kısa süre önce terfi ettim. Ancak bana yeni personel verilmedi. O yüzden şu anda eski çalışma arkadaşlarımdan yardım alıyorum; benim adına işler yapmalarını istiyorum. Patronları değilim; ancak kıdem olarak onlardan yüksekte olduğum için en azından teoride onlardan birşeyler isteme hakkım bulunuyor. Pratikte ise pek böyle olmuyor ve sonuçta yapmam gerekenden çok daha fazla iş yapıyorum. Hepsi eski dostum olduğu için, bu durum herkes açısından rahatsızlık yaratıyor. Kimi zaman onlardan sıkıcı bir iş yapmalarını istediğim için kendimi kötü hissediyorum. Bazen de böyle bir şey istediğim için bana güceniyorlar…”

Merhaba

İzmir’e döndüm. Çeşme’de hava gerçekten soğudu. Belki hafta sonu yine Çeşme’deyim. Bakalım aklımı kurcaladığı kadar Duycom problem olacak mı ? Görüp de karar vermede dikkate almadığım televizyon çöplüğü korkularımı haklı kılacak mı ? Herneyse bu kısa açıklama yazımı kaleme alırken ruh halimi anlatmak içindi. Yukarıdaki mavili girişi ise diplomat oğlu Almanya-İngiltere-Türkiye üçgeninde büyüyen Sayın Özyaşar’ın birkaç kez elime düşen “İşler Çığırından Çıkınca” isimli kitabından ödünç aldım. Bu arada sayın Özyaşar’ın (http://www.dunyakitap.com/kitap/turkiye-cennet-mi-cehennem-mi-p447683.html) linkiyle ulaşabileceğiniz “Türkiye cennet mi cehennem mi ?” isimli kitabı da elektronik ortam satışlarında %76 indirimle üç liraya düşmüş. İlginç ! Bu kitabın adını verdim ama içeriği hakkında daha doğrusu uslubu hakkında bir fikrim yok. Sadece bugün ruhumu karartan, tüm neşemi silip süpüren, içimde isyanları oynatan, şehitlerimizin yasını tutarken sayın Gül’ün ağzından dökülen “intikam” sözcüğü bile canımı yakıyor. Çünkü elleri kolları bağlı oturan boğaların sade sözle beni avutmaya çalışmaları yüreğimi buruyor; filmlerdeki gibi Kandil’in etrafını dolanmış ve aynı gece baskınını yapmış, geri gelenleri yerlerinde bastırmış bir sonuç bekliyorum. Ya da koruyamacaksan Çukurca’ nın tepesine koyduğun karakolda kurbanlık gençleri savunmasız tutmanın anlamsızlığını yakınıyorum. Biz ki iş aleminde “hatalardan öğrenme”yi kazanç sayarız ya burada canlarla ödenin hatadan neden öğrenemiyorlar ki ! Öte yandan özel uçaklarla bir İsrailliye karşı bin Filistinli salıverilmesini kendine iş edinen ve bizi oyalayan siyasi otoritenin yönü ya da yeri neresi olursa olsun sözlerinde bile ciddiyeti kalmamış olan kabadayılıklar bana yetmiyor. Ülkem adına, gençler adına korkuyorum. Kimi zaman dua edecek gücü bile yitiriyorum. Nol’cek halimiz diye ! Allah encamımızı hayreylesin !

Neden bugün aklım bu çok bilinen terfi sonrası bocalama sürecine takıldı ?

Yeni danışmanlık beraberliğimde bu hafta üst düzey yöneticilerin iş tanımlarının çerçevesini çizmem tamamlanmış olacak. Aslında hep yapageldikleri işleri formatlamaya çalışıyorum. İşlerine kattıkları anlamı yazılı kılmaya, taahhüt altına almaya gayret ediyorum. Birgün profesyonellere devredip de Bay baba Kutay gibi köşelerinde ve yarattıkları değeri birazcık uzaktan keyifle izlediklerinde benzer işlerin daha iyi ve hesap verebilir bir sorumlulukla yapılmasını sağlamanın temellerini atmaya uğraşıyorum. Böylece üst düzeyde paylaşılmış ana sorumlulukların gereksiz duplikasyonları önleyerek örtüşmesini görebilmek istiyorum. Bir yandan da boşluk kalmaması için duyarlılıklarını kayda geçiriyorum. Güzel işler bunlar. Her kula bu yaşlarda görmek ve katkı sağlamak nasip olmaz. Binlerce şükür. Önemli olan şu an istekle başlayan ve beni de sürece kattıkları bu gayretlerin heyecanlarını yitirmeden, zamanın yaratacağı erozyonları ve tavsamaları yaşamadan ikinci adımlara geçebilmek. Önemli olan “aman mükemmel olsun ha !” deme gafletine düşmemek. Son yirmisekiz ayda gördüğüm “sanki mükemmellik ararmışcasına…” sözde duyarlılık göstererek sümen altı edilen onca benzer çabanın kurumda yarattığı gereksiz kaynak kullanımı ve bunun bedelini görmezden gelmek çok acı. Çok yazık ! Madem öyle o zaman hiç girişimde bulunmayın. Önceki yazımda yinelediğim gibi “… Bırakın öyle kalsın… Nasıl olsa o koşullarda başarılı oluyorsunuz ; ya da elde ettiğiniz o başarı düzeyinden mutlusunuz !” Çıktığınız yolda göstereceğiniz kurumsal kararlılıkla (D1:Determination) yaratacağınız performans yönetim sistemi disiplinini (D2:Discipline) adil, şeffaf ve dürüst olarak kullanıp adım adım ilerlemenin hazzını herkese yaşatıp ortak hedefler için bütünleşik eylemlerde adanmışlığı (D3:Dedication) yaratıp koruyabilmek; geliştirip sürekliliği sağlayabilmek… İşte bütün mesele bu. Olmak ya da olmamak; yapmak ya da yapmamak. Yapmamak da dünyanın sonu değil. Peki yapmak çok mu zor ? Hayır. Önemli olan dediğim gibi kararlılık ve bu yolculuktan beklediğiniz nihai faydayı sağlamak için sabır, ısrar ve inat ki hepsinin bileşimi “tutku“. Yola çıkarken inancınızı ve tutkunuzu sorgulayın.

Bugün iş tanımları, ana sorumluluk alanları ve ana sorumluluk kriterleri gibi temel çerçeveyi ve içine yıllık hedeflere göre resmin bütününde önemli bir tamamlayıcı rolüne sahip etkinlikleri ölçülebilir kılmanın hepsi işleri, görevleri ve rolleri kişilerin keyfi davranışlarından olabildiğince arındırmaktır. Böylece bugün bizi memnun eden Ahmet yerine yerine kılık kıyafeti yanında kafa içini de sevip kadromuza aldığımız Mehmet’ten de benzer ve hatta daha fazla olumlu sonuçlar elde edebilmek için yapılanlara, yapılması gerekenlere ve yapılabileceklere çerçeve çiziyoruz. Topluca tüm bu girişime “performans yönetimi” diyoruz ki ister Barutçugil hocamın kitaplarına bakalım istersek CINOS’un son evresinde global olarak yirmibin kişide uygulanan omurgalı geribildirimi Johari Penceresinde buluşarak içe bakanların üç aşamalı, otuziki küçük becerili el kitaplarından esinlenerek etkili kılalım ilk kabul etmemiz gereken gerçek: Hiç bir performans sistemi mükemmel değildir ve her sistemin mutlaka sübjektif bir yönü vardır. O halde ilk koşul samimiyettir. Esnek olmaktır. Niyetin safiyetini gösterebilmektir. Geç kalmadan başlamak ve adım adım gelişme, değişme ve dönüşmeye hazır ve istekli olmaktır. Önemli olan bu durumu içtenlikle ve açık sözlülükle tüm çalışanlara yansıtmaktır. İletişimi geliştirmektir. Önemli olan rahmetli Prof.Pausch‘un öğrettiği gerçek özrün üç aşamasını yerine getirebilmektir. Öyle ki patron olup da “ben sizin babanızım ben ne dersem o olur” tavrının arkasına sığınmamak ve  Bay W.Safire‘nin öğrettiği “sözünden şereflice dönmenin kuralları”nı yeri geldiğinde mutlaka uygulamaktır. Çok zor değil; aslında çok kolay. Tıpkı İrem’in bana sorduğu gibi “gerçekten mi ?” derse aklınız ve ruhunuz bana; inanın gerçekten çok kolay.

Neden aklımı gereğinden çok meşgul etti bu basit ve geneli ilgilendirir gibi görünmeyen konu ?

Konuyla özdeşleştiğimi hissediyorum.Doksanlı yılların ortasındaki kriz ortamında CINOS’un “NO” sunu duyduğumuzda (Mart 1996) ben satışta bölge müdürüydüm. Dört satışçımla teknik destek, lojistik ve muhasebe gibi tüm ön ve geri saf yapılandırmasının destekleri içindeydim. Plan ve programları gerçekleştirmek için, performansların değerlendirilmesinde bizzat yapacaklarım yanında yardımcı olacağım ve hatta delege edeceğim işler için gerekli alt yapıya sahiptim. Gelişmiş bir sistem yardımında özellikle satış için donanımlı olarak yola çıkıyor ve dönüşte başarımızı önce kendimiz ölçüyorduk. İnisiyatif kullanabilecek pek çok olanağımız, yollarımız vardı. Mutluyduk. Ancak global birleşme sonrası bölgemde iki bölge müdüründen biri yolcu olacaktı ya da … Nasıl olduysa meslektaşım, genç otorite, Bay Ledru’nun da yol göstericiliği ile bana, adına MDM (Market Development Manager/Pazar Geliştirme Müdürlüğü) dediğimiz görevi yaratıp yeni bir yol ayrımına sokmuştu. Böylece çeşitli düzeyleriyle artarak gelişen kariyer yolculuğum daha sonraları Atina Havaliman’ındaki ikili koşuşturmayla Pazarlama Müdürlüğüne kadar uzanacaktı. Tahminimden çok uzun süren, on yılı aşan bu öğrenme yolculuğunda kimi zaman yazımın girişindeki gibi “zaferden sonraki yalnızlık süreçleri” yaşadım. O kritik anlarda bir yandan eski dostlardan yardım istiyor diğer yandan da ekip gücünden sonra yeniden bireyselliğe geçtiğim o dönemlerde sakin ara sokaklarda hatalarımdan öğrenme şansını kullanıyordum. Yazımın başlığında yarım bıraktığım deyiş Napolyon Bonaparte‘a aitdir ve tamamı şöyledir : “ Zafer sonrası, en güçsüz olduğunuz andır”. Yeter ki bu güçsüzlüğün farkına varın, zaferin sarhoşluğuna kapılmayın ve davranışlarınızı ayarlarken gerekli önlemleri de almayı ihmal etmeyin. Çok mu zor ? Belki.

İkibinli yıllara başlarken bilgimin reklamını ne kadar yapıyordum ve şimdi ne kadar dikkatliyim ?

Bunun için yan tarafa bir slayt ekleyip dört seçenek göstermeye çalışacağım. Bu dört oluşum kendi bilgimin reklamını az ya da çok yaptığımla meslektaşlarımın işleri hakkındaki bilgimin az veya çokluğuna göre ortaya çıkmaktadır. Koordinat ekseninin düşey kenarında yer alan diğerlerinin işleri hakkındaki bilgimin derecesi gerek ikibinli yıllara geçerken aynı kurumda teknik, satış ve pazarlama bölümlerindeki deneyimlerim ve gerekse bugün CINOS un son dört yılındaki insan kaynakları bakışıyla tüm görevlere genel bakış olanağı ve ayrıca son yirmisekiz ayda ABG de görebildiklerime bakınca düşey eksendeki yerimi ben söylemeyeyim ve okurlarım belirlesinler. Yine de “bildiğimi sanarak öğrenmemi engellemek istemiyorum” ve son bir ayda ikili görüşmelerimde dostlarımı en az ikişer saat dinliyorum. SPIN‘e esas olan soru sıralamasıyla (durum nedir; problem nerelerde ortaya çıkmaktadır; uygulama nasıl olmalıdır ve hangi ihtiyaçlar giderilecektir benzeri) anlatılanlarda umutları, gerçekleri ve “keşke”leri yakalamaya çalışıyorum.

Örneğin Özyaşar’ın aşağıdaki örnek öykü satırları tıpkı Malatya 1998 başlanıçları gibiydi kırk yıllık dostlarımdan gelen olumsuz gibi geribildirimlerde… Ana oyuncular sahayı terkedip bir süre sonra rakip saflarında yer alınca ve biz İstanbul efendileriyle acımasız arenada baş başa kalınca Mersin’deki cennet/cehennem süsleri yanında sadece siyah giysilerle sahneye çıkıp Bay Bono‘nun “Altı Düşünce Şapkası” nın siyaha ait mesajları eşliğinde şov yapıyordum. Özellikle de “bekara karı boşamak kolay; herkes kendi işine baksın” sözlerini okuduğum gözlere dönük olarak.

Ne kadar çok şey bilirseniz bilin başkalarının sınırlarına girmeyin öğüdünü tutar mısınız ? bilemem. Ancak ben tutamam. Önceki yazımda Prof.Telman‘ın benim için 02.02.2000 tarihli raporunda da belirttiği gibi, “bir işin nasıl yapılacağını bildiğim halde karşı tarafın nasıl yapamadığını ses çıkarmadan izlemek” kadar büyük bir işkence olamaz bana; dayanamam… O nedenle toplarım pılımı pırtımı ve yoksa uçakta yer atlarım arabama ve Çeşme’den Malatya’ ya binyüz kilometre yolu soluksuz ondört saatte alırım (1998). Sanki matah bir şeymiş gibi de yazıyorum. Sonuç da ne oluyor ? İki sene sonra by-pass ve uslandım mı ? Nerdeee ! Ne demeli; nasıl eylemeli de bu gönüle söz geçirmeli ? Kaç dönemeç kaldığını bilmediğim günler de böyle gelmiş böyle geçecek gibi görünüyor. Sağlık olsun … Neyse bu arada Özyaşar’ın satırlarını unutmayalım. O satırlar o günlerde belki sevgili dostum Yunus tarafından ya da Alaşehir’den Urfa yoluyla bugün Türkmenistan’a uzanan Mehmet tarafından söylenir olmuştu benim için. Şöyle gibi “…Adam beni çıldırtıyordu. Kendisine ne zaman birşeylerin belirtilen tarihte yapılmasının mümkün olamayacağını söylesem; bana satış bölümünde olduğu dönemde kendisinin bunu başardığını söylerek tavsiyeler vermeye başlardı. Hiçbir anlamda bana müdahale etme hakkı da yoktu…”

Zafer sonrası en güçsüz olduğunuz anların da farkına vararak gerektiğinde ses çıkarmadan izleyerek, sabırla öğrenme yolculuklarınızın hep aydınlık yollarda geçmesini diliyorum.

Öykücü