Yaşam Büfesinde “Öykü ve Algı”

“…Her türlü ilişki avuç içlerinde duran kum taneleri gibidir. Avucunuzu sıkmadan gevşekçe tutarsanız kum taneleri kaymaz, durur. Avucunuzu kapatıp sıkmaya başlarsanız, kum taneleri parmaklarınızın arasından akmaya başlar. İlişkiler de böyledir. Esneklik varsa, diğer insana saygı duyuluyorsa ve özgürlük tanınıyorsa…”

Merhaba

Yoğun ve öğretici bir hafta geçirdim. Pazartesi akşamı yine Adana, Emir Royal’daydım. Onlarla aile gibi olduk. Biz (ben ve Nezuş) onları çok sevdik. Onlar da bize bakan gözlerdeki gülümsemeyi ve sevgiyi hiç eksiltmediler. Arabamız yanaştığında hemen açtıkları kapımızdan elimizdeki en küçük eşyayı bile aldılar. O küçüçük kapı önünde hiç bir zaman park yapma sıkıntısı yaşamadık. Odamız hep ter temizdi ve biz gelmeden hazırdı. Fuar zamanı bir haftalık konaklamamızda bir gece için yerimiz yoktu; bizi ele güne muhtaç etmediler. Gittik ve ertesi gün geri geldik. Biz bundan gocunmadık. Onlar bunun olası alınganlık etkisini bize hissettirmediler. Umarım hep böyle devam ederler. Her neyse ! Yarın ülkemde yeni bir dönemin temelleri atılacak. Tercihlerimiz mutlaka daha iyiler için hepimize doğru yolu gösterecek. Öne çıkma uğruna meydan savaşlarında konuşulanlar unutulacak. Herkes hak ettiğini bulacak ve bundan sonraki yarınlar için dersler çıkaracak. Hatalarından öğrenecek. Egolarını dizginleyenler bu hataları yinelemeden daha yaşanabilir bir dünya için elinden gelenlerin ötesinde birşeyler yapacak. Bundan kuşku duymuyorum. Bu arada bizi sömürenler de olacak ve ergeç onlar da hak ettiklerini bulacaklar. Geçen hafta Salıdan Perşembeye sabahın beşinde başlayan günlük öğrenme yolculuklarımda üç arkadaşımla birlikte pek çok güzelliği yaşadım. Meslektaşlarım Kubilay ve Ayhan beylerden aldığım değerli görüşler; rakibimizin ana bayisinin saygı ve sevgiyle “dürüst rekabet/fair competition” adına paylaştıkları, demo bahçesinde karı-koca ile güzel kızlarının tam bir ekip olarak yaptıkları ilaçlamada gösterdikleri duyarlılık haftamın zor başlayan ilk gününün ayrıcalıklı kazandırdıklarıydı. Binlerce şükür. Ertesi sabah saat beşte yola çıkmaya hazırdım ve ikiyüz kilometre yol yapıp güne, Antakya’da tarım teşkilatında başladık. Bitki Koruma Şube Müdürü Mehmet bey ve ekibinin gösterdiği ilgi ve yenilikleri öğrenirken deneyimlerini paylaşmada gösterdikleri içtenlik bizim için de öğreticiydi. Küçük toplantı odasındaki onbeş kişinin paylaşımları mükemmeldi. Özellikle Bekir ve bizim Mustafa beyin oriyentasyonu için rol model olma gayretlerimin çok etkili olduğuna inanıyorum. Öğrenme yolculuklarında heves ve heyecanlarını koruyan tüm ekibe özellikle teşekkür ediyorum. Oradan ayrılıp Suriye sınırına paralel yolumuza devam ettik. Demirköprü’de soluklandık ve Mıstıkoğlu’nda meslektaşım Serkan’ın paylaşımları da anlamlıydı. Randevusuz gittiğimiz için Bülent beyle tanışma olanağım olmadı. İnşallah bir başka sefere. Öğle yemeğimizi bizim Bozdağ’a, daha doğrusu Yamanlar’daki Karagöl’e benzer Özberk tesislerinde gölün kenarında yedik. Bu kez Belen tepsisini pek beğenmedim. Kuşbaşıyla yapılan bu sebzeli fırın yemeği bizim fırın kebabına benziyordu; ancak etleri yemek daha bir zordu. Ne var ki yer güzeldi. Ardından Reyhanlı İlçe Müdürlüğünde oluşan grup da ancak bu kadar etkili olabilirdi. Sulam Birliği başkanının öğrenme hevesini yansıtan ışıldayan gözleri, beni İzmir’den tanıyan meslektaiım Ertuğrul’un yüzünden yansıyan heyecan ve ilçe müdürü Mustafa beyin ekibini çağırıp bu ziyaret fırsatını değerlendirme hevesi nelere değmezdi ki ! Günün sonunda yaklaşık altıyüz kilometre yapmıştık. Aynadaki yorgun gözlerime baktığımda çok şanslı olduğuma inanıyordum.

Şimdi bu geziye kısa bir ara verip yazımın girişindeki öyküye değineyim. Benzer şeyleri yazsa da bazen sadece arka kapağındaki açıklamalara bakarak kitap alıyorum. Özellikle Nezuş (eşimdir) alış veriş yapıyor ve ben onu bekliyorsam, beklemeye değer katabilmek için hemen en yakındaki kitapçıya giriveriyorum. Bazen hızla sayfaları karıştırıyorum. Bazen içteki tek bir deyiş bile yetiyor satın almama. Hakan Büyükdere’nin “hayatınızı değiştirecek öyküler” isimli bir kitabını seçtim. Daha sonra yazarını tanımaya çalıştığımda, aynı isimde dört kitabının olduğunu gördüm. En son herkesin bir hikayesi var kitabının ismini de biraz önce görünce dün yazdığım elektronik postamın altındaki dipnota takıldı aklım. “Beyin ne ararsa onu bulur” demiştim 2004 deki Mısır sunumumda. Salı günü de sevgili dostum AK/BÖ Adana’da, 2004 yılı sonlarında, Mısır sonrası “Akıllı Tarla Yönetimi” başlıklı toplantıdan algılarını bir kez daha paylaştı benimle. O bu ziyaretten mutluydu. Ben bir dost yüzün içtenlikle paylaştıklarından mutluydum. Mısır’dan sonra “cesur adamlar/bravemen” ve “inancı yitirmek/loosing faith” ikilemiyle pazarın zor koşullarında “beden ölçülerim”le algıları şekillendirmede dikkati, ilgiyi geliştirip istek ve eylemi güçlendirmede öykülerle etkin olmaya çalışırken anlattığım öyküler oniki yıldan bu yana söyleniyordu. Daha ne ister insan !

Şimdi Hakan beyin kitabından  ödünç aldığım öyküye devam edeyim:

“…Her türlü ilişki avuç içlerinde duran kum taneleri gibidir. Avucunuzu sıkmadan gevşekçe tutarsanız kum taneleri kaymaz, durur. Avucunuzu kapatıp sıkmaya başlarsanız, kum taneleri parmaklarınızın arasından akmaya başlar. İlişkiler de böyledir. Esneklik varsa, diğer insana saygı duyuluyorsa ve özgürlük tanınıyorsa ilişkiler bozulmaz. Ama diğer insanı çok bunaltırsanız, ilişki de yavaş yavaş bozulur ve biter. Bir süre sonra bir eli tutmakla bir ruhu anlamak arasındaki farkı öğrenirsin. Ve aşkın yaslanmak, birlikte olmanın da güvende olmak anlamına gelmediğini anlarsın. Ve öpücüklerin sözleşme, hediyelerin de vaat olmadığını anlarsın. Ve yenilgileri başın dik ve gözlerin açık karşılamaya başlarsın, bir çocuğun üzüntüsü ile değil bir yetişkinin zarafetiyle. Ve herşeyi bugünü düşünerek yapmayı da öğrenirsin. Çünkü yarın belirsizdir. Bu yüzden başka birinin sana çiçek getirmesini beklemeden, kendi bahçeni kendin oluştur. Ve kendi ruhunu kendin besle...”

Böylece Adana-Antakya-Reyhanlı-Kırıkhan hattında duble Mustafa’yla “bastonlu deli ….” in neler öğrendiğini gözlerindeki mutluluktan anlayabilirsin. Hangi verilere ulaştıklarında hedef müşterinin gerçek potansiyel değerlerinde yer aldıklarını öğrenmeleri için de “SSTCnin Satın Alma Dürtüleri” ana temasını örneklemeyi de son günüm olan Perşembeye bıraktım. Mersin’e yöneldik. Bahçeler arasında modern bir binanın dördüncü katında genç bir meslektaşımızla buluştuk. Satır arasında öylesi güzel ifadeler vardı ki inşallah yanımdaki iki arkadaşım da aynı mesajları almışlardır. Güne değer katmanın huzuruyla Nacarlı’da yine bir meslektaşımızla buluştuk. SSTC nin soru sorma becerilerine ilişkin rol modelliğimi bu kez video kaydına aldırdım. Sorular hep olumlu olmalıdır. Sorular adım adım sizi geleceğe taşımalıdır. Sorular müşterinin satın alma dürtüsünü bulmanıza yardımcı olmalıdır. Sorular yaklaşımda AIDA‘nın “A” sını sağlamalıdır. Soruların “Durum, Sorun, Uygulama ve İhtiyacı” giderme bölümlerinde sıralı ve dengeli olmalıdır. Bu son ifade SSTC nin sınırlarını aşar. SSTC sonrasında Bay Rackham‘ın “SPİN Selling“deki öğretilerinde kendini gösterir. Ustalık ve uzmanlık ister. Vakit öğleyi buluyordu. Gözne’ye doğru tırmandık. Sarnıç’ta öğle yemeğini yerken kurumsal kazanımlar adına, kurumsal kurallarla gösterilen gayretlerin, Cizre’ye kadar uzanan emeklerin tam meyveleri derlenecekken Merkezden gelen bir uyarı telefonuna sıkılan yürekler beni bu yazının girişindeki avuç içindeki kuma tanelerine götürdü. Danışmanlık rolümü zorladığım kimi benzer koşullarda zaman zaman aldığım “icra görevi”min olmamasını ait uyarıya rağmen ruhum neler yapabileceğime kenetlendi; daha doğrusu kilitlendi. Çeşme’de yanıbaşımdaki Sky’lı olan yeğenim Bülent’den Harranova’da beraber olduğum çift “B” li Bülent’e, görüşemediğim Demirköprü’deki Bülent’ten belki birgün görüşürüz diye düşündüğüm Bedrettin’e danışmanlık desteği veren sakallı Bülent’e gitti elimdeki kalem kağıt peçetenin soft yüzeyinde notlar alırken. Bugün bunca akıl karışıklığına bakıp daha basit bir arayış içine girdi aklım kendiliğinden.Önyargılardan arınmış olarak, varsaymadan bu konuya nasıl yaklaşacağımın ince hesaplarını yapar oldum. Gerekliliği tartışılabilir !

Buraya dek algılarımı ve bunları şekillendiren öyküleri karmakarışık yazdım.Şimdi bir başka öyküyle bir başka mesaja geçiş yapmak istiyorum.

Ülke müdürü yetki vermişti. Satış müdürü bu yetkiyi tam olarak kullanmamıştı. İhale kaybedilmişti. Ülke müdürü önyargılıydı. Ülke müdürü kızgındı. Yönetim grubunun aylık toplantısında başkanlık görevi dönüşümlü olarak yapılıyordu. O ay sıra bendeydi. Tartışma alevlendi. Biri haklılığını diğeri ise tek karar verici olmanın yetkinliğini kullanıyordu. Sözler kırıcı oluyordu. Kılıçlar çekiliyordu. Ben araya girmeye çalıştıkça ülke müdürü verdiği başkanlık görevinin anlamını kabullenmez davranıyordu. Tam bir oyun teorisi çalışıyordu. İkisi de hızla bisikletleriyle uçuruma doğru gidiyorlardı. Nerdeyse bir erkeklik yarışına dönüşyordu. O anda anladım ki her ikisinin de yaptığı kendilerini yönetimin toplantıdaki diğer üyelerine karşı etki, yetki, sınır, sorumluluk, bilgi, beceri, ilişki, gelecek hesapları vb konularda “ben senden daha önemliyim” anlamında kanıtlamaya, göstermeye çalışıyordu. Değer miydi ? Kesinlikle hayır. Sesimi yükseltmem işe yaramıyordu. Ayağa kalktım; toplantıya ara verip tartışmaları ikili olarak kendi aralarında bıraktım. Dışarı çıkarken baktığımda tartışma bitmişti. Seyirci kalmayınca kavga etmek de gerekli ve anlamlı olmamıştı.

Hz.İsa‘nın “insanları yargılarsan sevmeye vakit bulamazsın” dediğini yine Hakan beyin kitabından okuyorum ve “önyargı” başlıklı öyküsüyle bu yazımı da tamamlamak istiyorum. Aşağıdaki kısa öykü Basralı Hasan Tezkere’den alıntıdır.

“Ben, kendimi alçak gönüllü bir insan olduğuma inandırmıştım. Başkalarına karşı düşüncelerimde ve davranışlarımda da öyle olduğuma inanırdım. Kendimi iyi insan olarak değerlendirir, günahlarımın azlığıyla gurur duyardım. Birgün üç aylardan ikincisi olan Şaban ayında oruçlu olduğum birgün bir nehir kenarında oturan bir adam gördüm. Yanında bir kadın, önlerinde bir şise şarap vardı. Gülerek, yiyip içiyorlardı. Yanlarına yaklaşırken şöyle düşünüyordum: İşte dejenere olmuş, yozlaşmış, günahkar insanlar, üçaylarda yanında sevgilisi yanında şarap, halime şükretmeliyim. Zavallılar keşke onları yola getirebilsem. Tam suratım biraz asık, selam bile vermeden onlara yaklaşırken nehirde bir sandal batmaya başladı. Her halde fazla yolcu almıştı. İmdat çığlığını duyar duymaz benim günahkarlıkla suçladığım adam hemen kendisini suya attı ve tek tek hepsini kurtardı. Sadece birisi kalmıştı ve adamın takati kesilmişti. Ben ise hiçbir şey yapmadan öyle bakıyordum. Adam bana seslendi: Eğer iyi bir adamsan şu sonuncuyu kurtar, benim takatim kesildi. Ama ben bir adamı bile kurtarmak için riske girmedim, fedakarlık yapmadım ve adam bağıra çağıra boğuldu. Kıyıdaki adam bana şöyle söyledi: Bu kadın kız kardeşimdir. Bu şarap şişesi ise eski bir şişedir. İçinde üzüm suyu var. Ben adamın ayaklarına kapandım ve şöyle dedim: Tehlikede olan yedi kişinin altısını kurtardığın gibi beni de erdem kılığını bürünmüş gurur içinde boğulmaktan kurtardın…”

Yaşam büfesinde başarılar self servis. Bunun için önce sıraya girmek gerek. Daha sonra da sırada kalmak. Ancak bunlardan sonra sırada öne geçmeye çalışırız. Sıraya girme ve sırada kalma çabalarınızda önyargılardan arınmış, öykülerle algılarınızın şekillendiği yolculuklarınızın hep aydınlık yollarda geçmesi dileklerimle Çeşme’den sevgilerimle.

Öykücü