Yaşam Büfesinde “3İ”

“… LG müzik aleti üreten bir şirketin sorunlu biriminin başına getirildiğinde zor bir işe giriştiğinin farkındaydı. Geçen yılın performans değerlendirmelerini gördüğünde mücadelenin boyutu daha net ortaya çıkmıştı. Herkes ya çok iyi ya çok kötüydü, ara bir değer yoktu. Ondan önceki yöneticinin favorilere ilgi gösterdiği çok açıktı… Özellikle pazarlamanın başındaki kişi, tamamlayıcı olmasına rağmen liderliği ön planda değildi. LG’ e göre satış müdürünün iyi performansı olmasına rağmen önceki yöneticinin yanlış kararlarının hedefi olmuştu. Pazarlama ve satış grupları arasında anlaşılmaz bir gerginlik yaşanıyordu. LG büyük olasılıkla ikisinden birinin ya da her ikisinin de gitmesi gerektiğini farketti. Onlarla ayrı ayrı ve açık bir şekilde görüşerek performans değerleri ile ilgili görüşlerini aktardı. Sonra ikisine iki aylık bir plan oluşturdu. Bu arada o ve İK sorumlusu yeni bir pazarlama müdürü arayışına girdi. LG ayrıca satıştaki orta kademe yöneticilerini atlayarak çalışanlarla toplantılar yapmak suretiyle yetenekleri keşfederek umut verenlerden üst yönetim adaylarını belirledi…”

Merhaba

Bazen ılık bir ilkbaharı yaşatan bazen de yakında gelecek olan yaz sıcaklıkları öncesi serinliği ile ferahlatan Çeşme’nin çiseleyen pazarından Arsuz algılarımla yazıyorum. Arsuz, İskenderun’un şirin bir beldesi. Hafta içinde orada üç günüm geçti. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını kanıtlayan anılar ve gayretlerle mutlu oldum. Bu mutluluk hazzı ile çatımdaki çeyizlerden Prof.Watkins‘in kitabı düştü yine ellerime. Yazımın girişi Harvard İş Okulu hocalarından Bay Watkins’in “İlk Doksan Gün” isimli kitabının “Takımınızı Kurun” başlıklı bölümün girişindeki öğretici öyküden ödünç alınmadır. O bir paragrafın içinde öylesine mesaj zenginliği var ki; beni önce alıp CINOS sürecinin son günlerini şekillendiren Frankfurt toplantılarına götürüyor. Frankfurt’tan bir yıl önce Berlin’deki yıllık konferansın başlığı “Breaking Barriers/Engelleri Yıkmak” idi. Konferansın gerekçesinin iç bariyerleri yıkmak; açıkcası pazarlama ile satış arasındaki çekişmelerle daha da yükselen duvarları yıkmak olduğunu anlamakta geç kalmamıştım. Duvarların ötesindeki olguların da “silolar” olarak tanımlanması bana ilginç gelmişti. Üstelik böylesi bir toplantının “Berlin Duvarı” efsanesine sahip olan bir kentte yapılması da anlamlıydı. “Breaking Barriers” in “BB” olarak kısaltılması da CINOS’un Almanya’lı iki önemli rakibini de simgeliyordu. Hatta “BB” nin bir diğer açılımı da “Beat Bs/B’leri Yemek” gibi akılda kalıcı kılınmaya çalışılıyordu. Bu amaca yönelik olarak ülkeler çalışmalarını sunuyor ve beklentilerini dile getiriyorlardı. Bana ilginç geleni en gelişmiş ülkelerden olan Almanya’nın yıllar sonra SSTC özlemlerini ortaya koymasıydı. Diğer taraftan insan odaklı yaklaşımda, adını “Berlin Beşgeni” ni olarak notlarıma kaydettiğim bir diğer konu da beni yine “BB” kısaltmasına çıkarıyordu. Onca çabaya karşın bence egolardan dolayı ülkemde bile satış-pazarlama çatışması ortadan kalkmadı. Ayakta kalma ve rekabet etme adına o yıllarda hızlı kazanımlar öne çıkıyordu. Bunun sonucu olarak da seksenli yılların başlarında rahmetli Dr.Kern‘in küresel gayretleriyle öne çıkarılan pazarlama ve uzun vadeli, uzun soluklu, sürdürülebilir ve rekabet üstü olmayı sağlayacak maraton benzeri pazarlama programları arka plana düşüyordu. Aklın yolu bir. Geçen hafta Adana hava alanında sevgili FG le kısa sohbetimde pazarlamanın yeniden önem kazandığı ve “ısmarlama” yöntemlerle “Pazarlama 3.0” a işlerlik kazandırmaya çalıştıklarını gördüm. Sevindim.

Egolar, Ödüller ve Ödünç almak arasında ne tür bir bağlantı kuruyorum ?

Geçen hafta bugün bu saatlerde NTV de Yılmaz Özdil’i ağzım açık izlerken önümdeki “superonline” faturasının boş yerlerine karınca duası gibi notlar düşmüşüm. Onlardan birinde sayın Özdil’ in “benim egom bonsai” deyişi çok hoşuma gitmişti. Ne kadar güzel bir metafor (benzetme, teşbih !) kullanmış. Cüce kalan egoya, cüce tuatabilmek için emekle baskılanan egoya aynı zamanda bir estetik de katmış. Diğerleriyle benzetme yaparken “bırakın halkın nabzını kendisi kalp krizi geçirse haberi olmayacak” deyişi de anlamlıydı. Başka şubesi olmamakla öğünmek pazarlama açısından pekçok yerde konuşulsa da özellikle Prof.A.Kırım‘ın “Mor İneğin Akıllısı” kitabını yazarken bu yaklaşımı İstanbul’lu ünlü bir restoran için dillendirdiğini anımsıyorsam da Bay Özdil’in vermek istediği mesajın “popülerlikten korkmamak” kavramıyla ortaya konması da aklıma takılanlardan.

Ödüller konusunda ise 9 Nisan Cumartesi günü sayın Ege Cansen‘in köşe yazısından aklıma takılmış. Suyu çıkan ödüller konusunda Ege Bey şöyle diyordu “… Amaç halkı kandırmaktır. Bir ödülün sahtesi nasıl anlaşılır ? Eğer ödül veren, bu ödül verme işinden, alandan fazla yararlanıyorsa o ödül sahtedir. Eğer ödül aldım-verdim muhabbetinde karşılıklı bir çıkar ilişkisi varsa bu tam sahtekarlıktır…” Suyu çıkarılan ödüller tıpkı pazardaki indirim etkiketleri kadar gerçekçi gelmiyor bana. İndirimlere inanmıyorum. Aldatıldığımı biliyorum. Yetkililerin kimi hamlelerinden korunma adına umutlanıyorum. Sonuç yine yalnızlık. En küçük akıl eksikliği, dalgınlığı anında pazarın baskıları satın alma kararıma hınzırca giriveriyor. Onlar da bunu biliyor. Ödül satıcıları da alıcıları da benim satın alma zayıflıklarımı, günün yorgunluklarının etkisini, çevremde yükselen hızlı ritimli müziğin gürültülü katkılarını çok iyi kullanıyorlar. Ben bu düşüncelerle geçen hafta Adana yollarındayken Nezuş, Zeynep ve İrem, Ege Park’taki yeni restorandalarmış. İki nesil ebeveynler yemek yerken, İrem ve yaşıtı iki kız çocuk boyama kitaplarınla meşguller. Garson “iyi boyayana ödül var” der. İrem daha bir heveslenir. Aradan zaman geçer. Diğer iki çocuk çekip gitmiştir. İrem ise ödülü beklemektedir. Ödülü almadan oradan ayrılmak istemez. Gider ödülünü bizzat ister. Ödülünü alır gelir. Ödül bir dankektir. Ödülü küçümseyerek masanın üstüne bırakır. Ödülün suyu çıktığını İrem de görür. Ödül ve ceza, havuç ve kırbaç Motivasyon 1.0/2.0 ın enstürümanıdır. Aslında internet çağında yaşıyor olmamıza rağmen, bilgilere ulaşmak ve onlara güvenmek hâlâ bir bilmece olmayı sürdürüyor. İnsanların genelde nereye bakacakları veya hangi kaynaklara güvenecekleri konusunda akılları şimdi daha karışık.

Ödünç almaya gelince; yazılarımın hemen tamamında kimi kitaplardan ödünç alıntılar yaparak bir mesajı iletmede giriş değeri yaratmaya çalışıyorum. Bu hafta Arsuz’a giderken elimde İlkbahar 2005 tarihli bir derginin eki vardı. Onu da sevgili İrem’le Çeşme-Çatının sezon açılışını birlikte yaptığımız anda yanıma almışım. O günün psikolojisinde “ödünç almak” sözcüğü beni etkilemiş. O derginin içinde Steve Rivkin’in “Yeni düşünceler nereden doğar ?” başlıklı bir yazı var ki ana fikri sadece ve sadece “ödünç almak“la ilgili. İlginç olanı ise o ünlü derginin bu ekinin ilk sayfalarındaki “bu dergiciğin içindeki hiçbir yazıyı hiçbir biçimde ödünç alamazsın” uyarısı da bana ters geliyor. Bugünün dünyasında böylesi bir uyarının anlamsızlığında “Pazarlama 3.0” da Prof.Kotler‘in dikkat çektiği “küreselleşmenin paradokları“nı anımsıyorum.  Geçen ay ortalarında bloguma aldığım “3.0” başlıklı yazıyı yazdığımda henüz Prof.Kotler‘in yeni kitabı elime geçmemişti. Meraklısı bu kitabı Capital Dergisi‘nin Nisan 2011 sayısının ekinde bulabilir. Bay Rivkin de Dale Carnegie’den ödün alarak yazısını zenginleştirirken  “Ürettiğim düşünceler bana ait değil. Onları Sokrat’tan ödünç aldım. Bir kısmını da Chesterfield’ten arakladım, bir kısmını da İsa’dan yürüttüm. Sonra onları bir kitapta topladım. Eğer onların kurallarını beğenmiyorsanız, kiminkileri kullanacaksınız ki ? ” diyor. Adam haklı.

Yılmaz bey, hepimizin (başta Kahramanlar’dan Bay Özkök olmak üzere) çok sevdiği İzmir için aynen şöyle demişti “İzmir’e ölmeye de gidebilirim“. Aman Allah korusun, Allah gecinden versin sevgili Özdil, yaşamaya gel, nefes almaya gel; Kordon’a gel; imzaya gel… İzmir’in harcını “zihniyet hemşeriliği” olarak tanımlaması, “İzmir’de Atatürk’çü olmak kolaydır” demesi ve “İzmir’i dişi bir kente benzetmesi” ruhumu coşturuyor. “İzmir’de mutlu olurken bunu tarif edemezsiniz ve siz günün uğraşlarında savrulup giderken o hep kaleyi tutan yaşamın merkezidir” deyişi bana gurur veriyor. İşte tüm bu notları Superonline faturası üstüne yazmışım.

Sahi neden o fatura elimin altındaymış acep ?

Bu soruyu o gün (10.0.2011) de kendime sormuşum ve iki anı ile yanıt bulmaya çalışmışım. Bunları de bir mesaj aktarmak umuduyla paylaşıyorum. İlki yetmişli yıllara Enstitü günlerimden. Ödemiş’in Yolüstü Köyü’nde sevdiğimiz bir kasap vardı: Kasap Ali. Altmışsekiz model Anadol ile yaz-kış oraya gider sucuk alır gelirdik. O anlatmıştı. Arkadaşı Musa ile İzmir’e gelmişler. Basmane’deki Toros Lokantası’nda felekten bir gün çalmak istemişler. Ana yemek gelinceye kadar rakının yanında durmadan yeşillik istemişler, keyifle yemişler. Ta ki hesap geldiğinde yeşillik için yazılan hesabın ana yemeği de geçtiğini görünce Musa “Aaaa yeşillik bedava değil mi ?” diyerek feryat ederken şaşkınlığını saklayamamış. Ben de Superonline’ı kullanırken kimi yerlere erişmeyi bedava sanmış olmalıyım ki aylık rutin ödemenin üstüne fatura edilmiş olan 46.60TL sına şaşırmıştım. Bu düşüncelerle faturayı bir öğrenme öyküsüne görsel materyal olsun diye defterime yapıştırırken 1986 Ekiminde Basel’a ilk gidişimdeki Otel Avrupa anım da olguları birbirine bağlamadaki ikinci anımsadığımdı.

Bu iki anı, kimilerince ilgi kurma bağları zayıf da olsa bana Adana’da günü değerlendirme toplantılarına katıldığımda izlediğim pekçok olumlu tavrı düşündürdü ve Benjamin Disraeli‘nin şu sözleri ile yazımı bitirmek istiyorum: “Başka bir kişi için yapabileceğiniz en büyük iyilik, zenginliğinizi onunla paylaşmak değil, onun kendi zenginliğini ortaya çıkarmaktır.”

Nice zenginlikleri ortaya çıkarma gayretlerinizin, nice koçluk becerilerinizin hep aydınlık yollarda başarılı olması dileklerimle.

Öykücü