Yaşam Büfesinde “Onbin Saat”

“… Yedi yıl önce Avrupa ondokuz yaş altı milli takımlar finalini İspanya ve Türkiye oynamıştı. İspanya, uzatmalarda atabildiği gollerle zar zor finali kazandı. Bugün İspanya A milli takımında o gün oynayan gençlerin yedisi oynuyor. Bizim milli takımımızda ise bu sayı sıfır. Kimse o çocuklarımıza yatırım yapmadı. Milli takımda oynatılmadılar ve onların hiçbiri bugün milli takımımızda yok… Çünkü usta olmak için doldurmaları gereken onbin saatlik kilometreyi doldurmalarına şans verilmedi…”

Merhaba

Yılbaşından hemen sonraki günlerde torunum Barış doğum gününde okuduğum Hürriyet Gazetesi’deki Ayşe Arman‘ın yazısını yırtıp defterime yapıştırmışım. Gazete küpürünün sağına soluna da notlarımı yazmışım. Ben sevgili Arman’ı çok severim. Özellikle SSTC öğrenme yolculuklarımızın ikinci adımındaki “müşteri responslarının ele alınması” nda soru sorma becerilerini geliştirme çabalarımda Sayın Arman’ı örneklerim. Onun yıllar önce alıp okuduğum “kimse sormazsa ben sorarım” isimli kitabından da seçmeler yaparım. O günkü yazısında Tanyer Sönmezer ve Malcom Gladwel kaynaklı açıklamalarında, öğrendiklerimizin alışkanlık olarak kalıcı olması, bilgi, beceri ve tutumlarımıza yansıması için bizimle özdeşleşmesinde “onbin saati doldurmak” kavramını yirmibeşinci yılımda SSTC öğretilerimde kendimde görüyorum. Yaşım yetmişe yaklaşırken bu konuda ustalık ve uzmanlık yaftasını kendime yapıştırmaya hâlâ çekiniyorum. Özgeçmişimi yazarken liseden bu yana nelerle, nasıl öğrenmemi geliştirmeye çalıştığımı vurguluyorum.

Yazımın girişine neden bu anıyı aldım ?

Öncelikle bugün yapılacak milli maçta takımımıza başarılar diliyorum. Hemen ardından da “kilometre yapmak” la “öğrenmenin bedeli”ni birleştirmek istiyorum. Geçen hafta Adana’daydım. Mersin-Adana yollarında eski ve yeni iş dostlarımla birlikte oldum. Sekiz usta elin “aman en iyisi olsun” çabasıyla buğday parselasyonu içinde bulundum. Baharı müjdeleyen Adana güneşinde erken yandım. Elinde iple koşuşturan genç meslektaşıma baktım. Bahçe hortumuyla buğday sulamasını görünce amirinin onbeş yıl kadar önce Manisa’daki herbisit denemesindeki ilaçlama aletini anımsadım. Duyarlılığın artan boyutunda ödenen bedellere gülümsedim. Bu nedenle yazımın yan tarafında CINOS dönemime ait son teknik çalışmalarımın kimi tarlalardaki görüntülerini ekleyeceğim. Tam bu noktada, sadece aklımın takıntısını kurtarabilmek için yazımın ana fikriyle pek ilgisi olmayan bir parçayı aşağıya eklemek istiyorum. Bu merakımı giderdikten sonra hemen tekrar konuma geri döneceğim.

Siz Dan Ariely’i tanıyor musunuz ?

Ona bizimkilerden kimileri pazarlama gurusu diyor. İnşallah bu yakıştırmayı hak ediyordur. Çünkü bizim medyatikler birini pazarlamaya karar verdiklerinde hemen bir “guru” lafıdır tutturuyorlar. Kimilerinin de kerameti kendinde menkul oluyor ve ışıkları pek çabuk kararıyor ya da on yıl gecikmeyle ülkemde cilalanıyorlar. İşte o Dan beyin bir sözü var; hoşuma gidiyor. Soruyor Ariely abi “yanık bantlarını, daha az acı çekmek için hızlı mı çekmeli, yoksa yavaş mı ?” (http://danariely.com/about-dan/). Demek istediği de “sordukça müşteri tercihi değişir” ve SSTC nin Türkçe açılımının da “Soru Sorarak Tabii ki Canım” olduğunu düşünürsek soru sorabilmenin ne kadar önemli olduğunu vurguluyor Dan bey.

Bugünki maçtan dolayı “kilometre yapmak” olan bu yazımın başlığı “öğrenmenin bedeli” olsaydı size mesleğimden kimi örneklerle “ustalık yolculuğu“muz için ne demeye, nasıl bir itirafta bulunmaya çalışırdım ?

Evvelsi gün, pazar günü Çeşme dönüşü Güzelbahçe’de doktor oğluma uğradık. Bahçede ailecek güzel bir akşam üzeri yemeği yedik. Sohbetimiz koyulaştı. Onun yakında profesörleşecek olan hekimliği ile benim mühendisliğimi bir noktada buluşturmaya çalıştım. Beşeri ilaçlardan yola çıkarak ondan, “yeni bir ilacın uygulamaya verilişinde etkileri belirleyen, kabulleri şekillendiren kimi alt limit değerler var mıdır ?” sorusunun yanıtını almaya çalıştım. Aldığım yanıtı onaltı yıllık Enstitü yaşamımda ağırlıkla yer alan buğday sürme hastalığına karşı etkili ve ekonomik ilaçlı savaşımı geliştirme amaçlı yaptığım çok sayıdaki ilaç denemelerini düşündüm. Özel bir yasası vardı o günkü adıyla “Zirai Mücadele“nin. Bornova’nın en güzel yerinde, Ankara’nın merkezinde ve İstanbul’un Bağdat Caddesi’nde araştırma enstitüleri vardı tarımın bu seçkin alanında çalışanları çatısı altında toplayan. Bizim ustalara öncülük eden Gasner’li, Bremer’li öğretmenler vardı benim birlikte olma şansına sahip olamadığım. Hemen yakınımdaki rahmetli Saydam, İstanbul’dan Seçkin ve Ankara’dan Eray buğday dendi mi ilk akla gelenlerdi. Sürme hastalığını ben çok severim. Çalışılması kolaydır. Tanılaması kolaydır. Haziran başında tarlada görmek kolaydır. Hastalık etmeninin taşınması kolaydır. Mücadelesi kolaydır. Denemeleri kolaydır. Çalışmaları sonuçlandırmak kolaydır. Sonuçları yorumlamak kolaydır. Somuttur. Kesindir. Etmeni laboratuvarda saklamak kolaydır. Deneme öncesi etmenin canlılık testini yapmak kolaydır. Yapay bulaştırma kolaydır. Tohuma yapıştırma kolaydır. Karakterler arasındaki gerçek farkları yakalamak için uygulamada uniformite sağlamak kolaydır. Deneme kararkterleri arasında salt istenen etkiyi saptama farklarını korumak kolaydır. Denemeyi bozacak yan etkilerden sakınmak kolaydır. Yüksek hastalık oranı sağlamak kolaydır. Ekim kolaydır. Bakım kolaydır. Sayım kolaydır. Raporlamak kolaydır. Sunmak kolaydır. Tartışmak kolaydır. Süreklilik kolaydır. Kıvırmak gerekmez; dümdüz olmak, dos doğru durmak kolaydır. En yüksek etki standartlarını ummak ve elde etmek kolaydır. Biz buğday hastalıkları uzmanları olarak sürme hastalığına karşı uygulamaya verdiğimiz ilaçlarının denemelerinde %99 un üzerinde etki ararız ve buluruz. Etki ile tepki arasında bir boşluk vardır ve o boşluk sizin özgürlük alanınızdır. Seçim yaparsınız; hesap yaparsınız ve karar verirsiniz.

Sınır değerlerini nasıl belirlersiniz ?

Sürme ile mücadelede pazara vereceğiniz ilaçlar için en az %99 etki istemek mantıklı mıdır; olanaklı mıdır; doğru mudur ? Kesinlikle “evet”. Genellikle yüz kilo buğday tohumluğuna yüz gram ilaç kullanırız. Bu miktar tohum için İlaç ve ilaçlama masrafı bir lirayı geçmez. Yüz kilo tohumla beş dekar (dönüm) tarla alanı ekilir. Demek ki dönüme masrafın yirmi kuruşu geçmeyecektir. İlaç %99 etkili olduğunda dönümden %1 lik ürün kaybı olduğunu düşünürüz. Buğday verimini dönümde beşyüz kilo kabul ettiğimizde bu kayıp beş kilo buğday olacaktır. Kaybın bedeli ise en az dönümde dört lira demektir. Gördüğünüz gibi hesap da kolaydır. Yirmi kuruş karşılığında dört lira; tam yirmikat. O halde sürme ilaç denemelerinin sonucunda etkilerin %100 olmasını veya %100 e yakın olmasını beklemek hakkımızdır.

Beklemek ve elde etmek” ölçümleri ile “mutluluk” tanımı arasında bir bağ kurabilir misiniz ?

Ben kurarım. Bu bağı güçlendirmek için de bezelyenin babası olan genetikçi Mendel amcanın çalışmalarını anımsarım. Fakülte’de ilk istatistik hocam olan Macar asıllı Atanasiu beyin öğretilerini düşünürüm. Hesap kitap işlerinde ilerlememi sağlayan, sonraki adımların mimari Prof.Düzgüneş hocamın ve Enstitülü yıllarımda yine Prof.Manas‘ın önderliğinde henüz elektronikleşmeden önceki becerilerimle “khi-kare Testi“ni öne sürerim. O testte ve mutluluk tanımında ortak olan nokta “beklenenle elde edilen arasındaki farkın yarattığı doyum“u doğru yorumlamaktır. Kırk yıl bu hesabı yaparsın. Usta olmuşsundur. Beklentin sürmede olduğu gibi %99 u aşmaktır. Beklentin senden önce öngörülen sınırları aşıp müşteri kabulüne standart olarak yerleşmiş olan pazar liderini aşmaktır. Beklentin, karar vericinin ölçüp biçerek sana sunduğu belirli bir değeri (örneğin %90) ı aşmaktır. Bu aşımları mutlak değerlerle yaptığın gibi bu sonuçların tesadüften ileri gelmediğini göstermektir. Bu olumlu sonuçların tekrarlanabilen değerler olduğunu kanıtlaman gerektir. Zaman her zaman birşeyleri yıpratır. Yeni gelenler eskileri pazardan kovmaya çalışır. Dün Nobel Ödülü alanlar bugün afaroz edilir. Bunlar doğaldır. Gelişim, değişim ve dönüşüm hızını artırarak sürer gider. Dışındaki değişimin gerisinde kalırsan yok olup gidersin. Karar vericinin listeleri sürekli güncellenir. Sen de kendini güncel ve yerel kılmalısın.

Global etkileşimlerin arttığı, sınırların kalktığı bugünlerde hâlâ yerel olmak önemli midir ?

Evet. Yine de sen bilirsin. Etkine güveniyorsan, müşterini değiştirme ve kendi bildiklerine adapte etme gücünün yüksekliğine inanıyorsan, sabrın, enerjin yeterse sen istersen globali olduğu gibi yerleştirme çabanı sürdürebilirsin. Bugünlerde odak alanımda yer alan bir zararlı grubu var. Bunlar genel adıyla “kabuklubitler”dir. Ancak dikkat; tarımcı olmayan okuyucularım için bu isim yabancı olabilir. Bunlar hani o sizin bildiğiniz bitlerden değil; hele hele ormandaki yangında alfabetik sırayla kaçışa uyumu gözleyen aslanı bile şaşırtan özel bitlerden hiç değildirler. Kimi zaman kabuklubitlere, “koşnil” de deriz biz (Zeytinde karakoşnil; şeftali de dutkoşnili gibi). Sanırım Fransızcadan gelmiştir tıpkı “yaprakbitleri“ne bazen aman baskıda “p” harfi kaybolur falan korkusuyla “psöron” dediğimiz gibi. Geçen hafta Mersin’de genç ve heyecanlı meslektaşım Bahar hanım, bilgi ve deneyimlerini benimle paylaşırken Turunçgil Kırmızı Kabuklubitine “ksanfaris” demesi çok hoşuma gitti. Çiftçinin söylediği yerel isimmiş. Kendisine “nasıl yazılır ?” diye sorduğumda yanıtı bir başka güzeldi “yazılmaz, söylenir”. Bravo. Onun bu kısa dersi beni aldı ve karar vericinin kabulü için çizdiği ama yazmadığı için göremediğimiz kimi sınır değerlerini bilmemiz gerektiği noktasına götürdü. O anları şimdi tekrar yaşıyorum. Güneşli Adana akşam üzerinde hava serinlemeye başlamıştı. Yorgunluklar artıyordu. Sohbet derinleşiyordu. Önemli bir başvuruda karar vericinin olumsuz kararına üzüldüm. Şaşırmadım. Sadece ustalara başvuru şeklini yakıştırmadım. Rahmetli annem derdi ki “sıçan kendi giremediği deliğe kuyruğuna kabak bağlayarak girmeye çalışırmış“. Standardı aşsan da kimi söylenmeyen üst değerlerin gerisinde yola çıkman, karar vericiye adeta şantaj gibi bir mesajı iletmek demek. Onun bir yetersizliğini, açığını vurgulamak demek. Ona bir görev yüklemek demek ve o yola çıktığında bana da bir faydası olmayacak kanıt sunmak demek. Tıpkı onyedi yıl önce bir Birlik’in yıllık ihalesinde rakibe geçen eski CINOSlunun yaptığı gibi. Hiç de şık olmamıştı. Karar vericiyle bir dost sohbetinde kırk yıllık birlikteliğe düşürülen gölgeye üzülmüştü profesör kardeşimizin eşi.

Öğrenmenin bedeli bu denli yüksek olmamalı… Rubigon’u aşıyorsan eğer, aştığının bilinciyle sonraki adımlara da hazır olmalısın … Nice öğrenme yolculuklarınızın aydınlıklarda mutluluk dolu ustaca, uzmanca kazanımlarla zenginleşmesi dileklerimle.

Öykücü