Yaşam Büfesinde “SSTC ve Güven”

“…1994 Aralık ayında, CLM’nin CEO’su ve başkanı olmam istendi. İlk hafta içinde bankayla zor bir toplantıya girdim. İyi haber, büyümemizden anlaşılacağı üzere, müşterilerimize iyi bir değer katıyor olmamızdı. Kötü haber ise, kâr ve nakit eksikliğimizden anlaşılacağı üzere henüz kendi işletme modelimizi belirleyememiş olmamızdı… Sahip olduğumuz müthiş zihinsel sermayeye, mükemmel çalışanlara ve inanılmaz büyüme hızına rağmen şirket zor günler geçiriyordu. Peş peşe onbir yıldır nakit akışımız negatifti. Ne dış sermayemiz, ne marjımız ve ne de bankada naktimiz vardı. Borç hesaplarımız sınırları zorluyordu ve kredi limitlerini tüketmiştik. Borcumuzun net maddi varlıklarımıza oranı 223’e 1′ di.Esas olarak haddimizi aşan bir oranda büyüyorduk ve bankamızın bize olan güveni sıfıra yakındı. Bizden kişisel garantiler istiyor ve fişi çekip çekmemek konusunda karar vermeye çalışıyorlardı…”

SSTC ABG MREAlınmasına ait bir sahne (Uygulama > Bilmek, yapabilmektir)

Merhaba

Bugün Afyon’dan döneli; kardan çıkalı üç gün oldu. Biraz kendime geldim. Birgün daha otelde kalabilirdim. Yoğun SSTC öğrenme yolculuğu rehberliğimin yorgunluğunu gidermek için pazar gününü de İkbal’de geçirebilirdim. Sevgili Yasemin ve Abdullah beyin yakın ilgileriyle pazar günü sona eren sorumluluğumun etkisiyle soluklanabilirdim. Olmadı. Eray’a söz vermeme rağmen yola çıktım. Tıpkı kırk yıl önceki grup toplantılarımızın en etkili olması gereken son gününde hepimizin aklına düşen “hadi gel köyümüze geri dönelim” gibi oldu ruhumun dalgaları eve dönmeyi isterken. İki seçeneğim vardı. “Dinar yolu her zaman daha iyi olur” dese de İsmet abi, işi bilen uzman karayolcu dostlarımın “Banaz yolu açık” sözleriyle Uşak yolunu yeğledim. İlk otuz kilometreyi kar-buz olsa da yavaş yavaş gittim. Tipi başladı. Kar yolları kapadı. Korkum arttı. Dinar yolu için geri döndüm. Akın ve Ahmet’e telefon ettim ve gençlerin aynı yolu seçtiklerini görünce yine bir cesaret geldi. Yeniden geri döndüm. Bir süre sonra konvoy olduk ve az sonra da konvoy durdu. Bunu fırsat bilip zincir takmaya karar verdim. Benim gibi hazırlıksız amatör için zor iş. Üstelik SSTC öğrenme yolculuklarında özellikle “hazırlık“ın önemini anlatan ve sona doğru da “prova, prova, prova” diye bastıran benim, SSTC den daha yaşamsal öneme sahip olan zincir takma pratiğim sıfırdı. Yaşadıklarıma kendim “Oh olsun !” desem de Allah razı olsun önümdeki otobüs şoförü yardım etti. Benim ellerim kızarıp odun gibi buz keserken o kanayan elleriyle zincirlerimi taktı. Yola çıktık. Tank gibi gidiyordum. Ses kulakları sağır ediyordu. Belli ki birşeyler tersti. Duramazdım. Yol belirsizdi. Konvoy yavaş yavaş akıyordu ve beni sollamak için arkamdakilere sol şerit yoktu ben durmaya kalksaydım eğer . Böylece bir yirmi kilometre daha kadar gidince arabayı sağa çektim. İndim baktım. Sol tekerin etrafında ne varsa parçalanmıştı. “Ossun varsın !” dedim sağda solda yoldan çıkan ve sahiplerin bırakıp gittikleri onca arabayı görünce. Sağ salim Banaz’a geldim ya ! Sonrası günlük güneşlikti. Pazartesi günü ağrılarımı test edip sorun olmadığını anlayınca doktor oğlumla buzda düştüğümü de paylaştım. Allah korudu. Sadece poponun kaba etlerindeki sızı dışında bir hasar yoktu. Bu yolculuk ve yaşadıklarım bana neler öğretti ? Bu sorunun yanıtını daha sonraya bırakıp yazımın girişindeki öyküye değinmek istiyorum.

AZM olarak SSTC öğrenme yolculuklarının dördüncüsünü gerçekleştirmiştim geçtiğimiz haftanın son üç gününde Afyon’da. SSTC benim yaşam biçimim ve “yaşam büfesinde sıraya girmek” adına, “kurumsal kültür”ü oluşturmak adına ve hatta “kurumsallaşma” yolculuğunda “etkili performans yönetimi” adına ortak zeminde buluşabilmek için bulunmaz bir nimet. Başlangıçta (1984) Dr.Kern’ün öğretilerine yetişememiştim. Sevgili Alev’den bir yıl gecikmeyle 1987 de Yalova’da karlı bir kış günü almıştım bu yolculuğun ilk biletini. Ardından İstanbul’da genç, dinamik, Avustralya’lı Robert Ian Coleman ile tanıştım. Eğiticinin eğitimi kapsamında ve standart SSTC çerçevesinden sonra “baltayı bileme” seansları için seçilmiştim (1990). Demek ki Bob bende ışık görmüş ki 22 Ocak 1990 da İsviçre’den bir kargo aldım. İçindekiler arşive sorumluluk belgesi ile geçip bana zimmetlenmişti. Üst yazısına Susan şöyle başlıyordu ” It is my understanding that Mr.R.I.Coleman has delivered two workshop manuals to you during his recent visit to Turkey…” Bundan sonra işime bakış açım değişti. Bu, işi ve hatta hayatı “oyun gibi yaşamayı” öğretti. Bu, daha sonra kriz yılında satışta bölge müdürü olunca zorlukların üstesinden gelme çabalarımı daha etkili kıldı. Bu, asıl önemlisi iş ve özel ilişkilerimde “güven” kurmamı ve “güvenin hızı”nı artırmamı sağladı. Yirmi yıldır SSTC odaklı yaklaşımlarımda “karşılıklı bağımlılık ve güven” konusu çoğu zaman ben farkına varmadan hep önemli oldu. Herneyse ! Ben yine yazımın girişine dönmek istiyorum.

Giriş paragrafını “güven” amaçlı olarak iki gün önce aldığım kitaptan ödünç aldım. Onaltı yıl önceki durumu betimleyen sözcükler bugün bana çok yabancı değil. Belki de onyıl önce üst yönetimi İstanbul’dan İzmir’e taşıyan genç CEO, TAY da benzerlerini yaşamış ve radikal çözüm kararları almaktan çekinmemişti. Bir süre sonra ben de yönetimin bir parçası olunca ekibine duyduğu güveni “arkasını rahatlıkla bizlere dönebileceği” benzetmesi yaparak somutlaştırmıştı. Ben de üç gün önce Afyon’da öğrenme yolculuğumuz şimdilik sona ererken, termal salonun sıcaklığına rağmen gözlerde hiç eksilmeye ışıltıda gördüm güveni. Dün sızılarımın yol testi için Egepark’a uzandım. Nezuş’u beklerken D&R dan iki kitap satın aldım. Bunlardan birisi “Güven” diğeri de “Satışın Efendileri” idi. İlk kitaptan ve yazarlarının bana yakınlığından söz edeceğim.

Güven” kitabının yazarı öncelikle Stephen M.R.Covey idi. Ben ona “Torun Covey” diyeceğim. Dede Franklin’in adını duydum ama kendisini tanımadım. Baba Covey’i de 1994 den bu yana tanıyor(sayılırım)um. Onun tam adı da Dr.Stephen R.Covey. Torun Stephen’i babasının kitaplarından birinde bahçe temizliği görevindeki “yeşil ve temiz” hedefine erişmeye çalışırken örneklediği ve öykülendirdiği”güven” konusundan anımsıyorum. Demek torun büyümüş, CEO olmuş ve hatta bu kitabı Rebecca ile birlikte yazmış. Üstelik kitabın satır aralarında torunun oğlu Stephen’a ait kimi mesajları da okuyorum. Vay canına ! Bu Covey ailesinin tüm erkeklerinin adı hep Stephen oluyor… Şimdi birazcık da SSTC ilişkisi içinde Covey’gillerin beni nasıl etkilediğini ve çabalarıma nasıl zenginlik kattığını örneklerle açıklamak istiyorum.

Bay Coleman’ın gördüğü ışık üzerine CINOS sürecindeki resmi sorumluklarıma (sırasıyla teknik, satış, pazarlama ve İK) daha çok kendi girişimlerimle hep SSTC öğretileri egemen oldu. Coleman’dan hemen sonra yine İstanbul’da duble Peter’ların “Liderlik ve Koçluk Çalıştay“ına seçildim bölüm müdürleriyle birlikte. Ki o zamanlar hiç bir yöneticilik rolü olmayan bir garip teknik danışmandım Ege Bölgesi’nde. Ancak demek ki kader ağlarını örüyordu. Sonra sevgili Alev’le yine Antalya ve Afyon (1992) ile Sapanca (1993) öğrenme yolculuklarında öğreticilik rollerim oluştu yine sadece bir teknik danışmanken. Aynı yılın sonunda CINOS’un ilk evresindeki çözülmeler ülkesel krizle bütünleşti. Satışçılarımızı rakip kaptı bölge müdürü yaptı. Lojistik üst müdürümüz rakibin genel müdürü oldu. Bölge müdürümüz rakipte pazarlama müdürü oldu. Kaçan kaçana… İlk aklıma düşen “denizin bittiğini gören kaçıyor” olduysa da öyle değilmiş. Işık gören gidiyordu. Bu ortamda satışta bölge müdürü oldum. Yol gösteren SSTC benim yan işimdi ama ben o güne dek gerçek anlamda satışçılık yaşamamıştım ki ! Destek kaynakları aradım. Ayağımı yere daha sağlam basmak için, öğrendiklerimi uygularken daha somut ve zengin olabilmek için arayışlarım arttı. Bir yandan Dr.K.Blanchard‘ın “Liderlik Modeline (Situational Leadership)” ve “Bir Dakika Yöneticisi” öyküsüne (Lütfen dikkat bu sizin bildiğiniz vanminütcü değil) dalıyor diğer yandan da baba Stephen’ın ilk kitaplarından (!) olan “Önemli İşlere Öncelik” kitabından seçmeler yapıyordum. İkinci kare etkinliklerini öğrendim; SSTC nin başlangıç ve bitişindeki “win-win/kazan-kazan” durumunu gerçek ve güncel koşullarımızda gerçekleştirebilmek için kriz yılında “yangın söndürme“ye çalışırken ikinci kare etkinliklerine odaklandım. “Etkili Haftalık Programları” yaşama geçirdim. Herkesin “GMP/Good Manufactaring Practices:İyi Üretim Uygulamaları“nı kendimize uyarlayıp “Good Morning Point/Günaydın Noktasında Buluşma” yı yaşama aktardım. Dört satışçımın üçü buna tam uydu. Uymadıklarında üzüldüler. Biri ise hiç uymadı. Onun sonu da pek hayırlı olmadı.

Aradan dört sene geçti (1998). CINOS‘un “NO” sunu yaşıyorduk. Bir nehrin iki yakasında yüzelli yıldır birbirine baka baka yaşayan ve fakat uzak diyarlardakilerden daha fazla rakip olan iki kurumun birleşmesi pek fazla hayra alamet olmamıştı. İşin merkezindeki temel görüş farkları bir yana, ülkemizde bir tarafın geçmişindeki oluşum birleşmeye rağmen çekişmeleri kat ve kat artırıyordu. Kerhen ya da “mış gibi” bile olsa biraraya gelemeyenler birbirlerine hiç ama hiç güvenmiyorlardı. Kurumun kültürü oluşmuyordu. Bu ortamda salt “MDM/Pazar Geliştirme Müdürü” görev ve sorumluluğuna sahip olmama karşın, bütünleşmeye katkım olsun için üst yönetimi ikna ettim. Bu karmaşa ortamında SSTCleri yeniden gündeme taşıdım. İşte onlardan birini de Nevşehir’de gerçekleştirdim. O gün yardımcı kitabım Dr.Covey‘in “Etkili İnsanların Yedi Alışkanlığı” idi ve anahtar sözcük de “etkililik” için “güven“di. CINOS’un “NO” sunda genel hava “bağımsızlık” gösterisi gibiydi. Bense zenginleştirdiğim SSTC çerçevesinde “karşılıklı bağımlılık” ilkesini öne çekiyordum. Bu amaçla Kral Arthur’un büyük, yuvarlak, taş masasının üzerinde yazan “we serve each other we become free/Birbirimize hizmet ederek özgür kalırız” mesajını vurguluyordum. Öğrenme yolculuğunun son gününe sertifika dağıtımı için CEO muzu davet etmiştim. O ise üç gün önceden gelmişti. Bunu SSTC e verilen değer olarak algılayıp daha bir fazla mutlu olmuştum. Bu mutlulukla Dr.Covey’in her iki kitabından derlediğim “AKUKASOS” kavramının da ilk sinyallerini veriyordum. Bir ay sonra netleşen ek görevden anladım ki bay CEO’muz aslında bir taşla iki kuş vurmak amacıyla Nevşehir’de konuğumuz olmuştu. Kocabağ’ın şöminesi önünde öğrendiklerini tartışarak pekiştiren öğrenme yolcuları doğal taşlarda kristalize olan kırmızı meylerle neşeliydiler. Tıpkı üç gün önce Afyon’da olduğu gibi kahkahalar eksik olmuyordu. Bu arada Dr.Covey!in “Etkili Ailelerin yedi Alışkanlığı”nı da kitaplığıma katıp SSTC i iş ve özel yaşamım arasında ortak platform kılıyordum. Ancak bu üç kitap da bana Dr.Covey’in sadece sözücüklerini iletiyordu. Henüz kendisinin cismini tanımamıştım.

Aradan bir altı yıl daha geçti (2005). CINOS’un “S” inde beşinci yılımızdı. Genç CEOmuz yükselmişti ve biz ülke olarak onun uydularından biriydik. Bizi uzaktan idare ediyordu. Herşey yolunda görünüyordu. Hızla büyüyorduk. Ben pazarlama müdürlüğünden emekli olmuştum. Yeni rolüm CDM (Competence Development Manager/Yetkinlik Geliştirme Müdürü) di. Kendime bu süreç için iki yıl tanımıştım. İkibin altı sonlarında ayrılırım diyordum. Ancak dört yıl sürdü. Böylece 1985 de Bay Baumann ile başlayan serüven 2008 sonunda Bay RJ ile sona erdi.CINOS’un son evresi hızla global büyümeye bakıp INSEAD‘lı Jim ve Kim Amcaların öyküleriyle kendine özgün bir liderlik modeli oluşturmaya çalışıyordu. Bu amaçla seçilmişlere ev ödevi verip yine eğiticinin eğitimi seanslarına çağırıyordu. Bir çerçeve hazırlamıştı. İçine bir omurga yerleştirmişti. Sorular sorup yanıtları paylaşıyordu. Öyküsünü yazıp etkili öykü anlatmayı öğretiyordu. Bu işi çok sevmiştim. Bir de beni Paris’e çağırdıklarında keyfime değmeyin gitsin. Paris’in doksan kilometre kuzeyindeki bir şatonun sık ormanlarında sezgi yürüyüşünü öğrendim. İçe bakışla tanıştım. Yanıt beklemeyen soruları kendime sormayı alışkanlık edindim. Bay Levis’le “Johari Penceresi“nde buluştum. Konuşma halkasına hayran kaldım. Hemen dönüşte öğrendiklerimi öğretme olanakları çıktı. Çeşme’den Abant üzerinden Çorlu ve Adana’ya uzandı bu çerçeve paylaşımlarım. İşte bu süreçte Dr.Covey’in “Etkili İnsanların Sekizinci Alışkanlığı” kitabıyla tanıştım. Kitabı ve ekindeki on filmlik sidiye bayıldım. O kitaptan on tane aldım. En son bir ay önce Antalya’da kitaplardan birisini Ahmet’e verdim. Böylece sididen Dr.Covey’in cismiyle de tanışmış oldum. Filmlerden “büyük taşlar“ı, “iz bırakmak“ı ve “liderliğin doğası” ile “çalkantılı sular“ı çok beğendim ve yeri geldiğinde gösterime soktum. Şimdi Çeşme-çatıdaki kitaplığımda bu kitaptan sadece iki tane kaldı ve artık dağıtmayı düşünmüyorum.

Yazıma “güven” le girdim ve “güven” konusunda ufkumu açan Covey’lerin iki neslinin kitaplarıyla sürdürdüm. Bugün ve hergün güvenin ne denli olduğunu bilmekle birlikte yanılgım bunun için tek ve temel koşulun “karakter” olduğuna inanmamdı. Şimdi torun Covey’in kitabından bunun “karakter” kadar “yetkinlik”le ilgili olduğunu ve sistematik çabalarla öğrenilebileceğini anlıyorum. Tıpkı CINOS, büyüme, gelişme, değişme ve tek kelimeyle “dönüşme” sürecindeki son liderlik modelinde yer alan dört aşamalı liderlik gibi torun Covey’in son kitabında da “güven” için çizilen “beş dalga“ya bakıyorum şimdi. Biz dört aşamalı liderlik modelimize,

1.Lead self /Kendine liderlik ve “iç ses ile RAW“;

2.Lead other / karşındakine liderlik ve “geribildirim ve MASlaşmak“;

3.Lead team /Ekibe liderlik ve “karşılıklı bağımlılık” ile

4.Lead organization / Kuruma liderlik ve “GAT dünyası” olarak ele alıp toplam 32 küçük beceriye bakardık.

Bugün de torun Covey “güvenin beş dalgası” bakışında,

1.Birinci dalga: Özgüven ve “inanırlık”;

2.İkinci dalga: İlişkide güven ve “tutarlı davranış”

3.Üçüncü dalga: Kurumsal güven ve “uyum sağlama”

4.Dördüncü dalga: Piyasa güveni ve “ün” ve

5.Beşinci dalga: Toplumsal güven ve “katkı” olarak görüyor ve aklın yolu bir diye düşünüp rehberim ister baba ve torun Covey’ler olsun, isterse CINOS’un onca emek ve masrafla yoğurduğu çerçeve çalışmaları olsun “güven” boyutunu sağlamadan “etkili performans yönetimi“nin olamayacağı inancıyla Afyon sonrası yine gündemime dönüyorum.

Sözlerimi Pepsi Co.nun geçmiş dönem CEO’su Bay Craig’in şu szöleri ile bitiriyor ve güven sağlama ve güveni koruma yolculuklarınızın hep aydınlık olmasını diliyorum:

“İnsanlar performans göstermedikçe, yüksek düzeyde bir güven kültürü yaratamazsınız”.

Kalın sağlıcakla.

Öykücü