Yaşam Büfesinde “Çin Bambusu”

“…Eseryalı’nın toprakları bereketlidir. Ne diksen çıkar; hele bir de Hâzım abinin eli değerse ! Yerinden yurdundan edilen, zalim Hür’ün hışımına uğrayıp Eseryalı’dan Germiyanoğulları sınırına gönderilen yaşlı Arocarya için bile ne kadar uğraştı Hâzım abi. Olmadı. Yaşatamadı. Yine de ölüsüne bile kıyamadı ve şimdi cehaletin bir sembolu olarak duruyor kapısının önünde… Eseryalı’nın bu bereketine bakıp da diktiğiniz Çin Bambusunun ertesi sene sürgün verip göğe yükselmesini beklerseniz hayal kırıklığına uğrarsınız. Siz Çiftlik Yasası nedir bilmez misiniz ?…”

 Merhaba

Bu yazımda size Eseryalı’yı biraz daha tarif etmeye çalışıp “kuluçka dönemi“nin önemi üzerinde düşünmeye yöneltmek istiyorum. Eseryalı benim yaşamımda çok önemli yer tutuyor. Sadece benim mi tüm Copcular’ın… Eseryalı’da öncelikle Çeşme’nin güzellikleri var ki ben bunu ülkemin nimetlerinden bana bolca sunulan bir berekete benzetiyorum. Benim için Eseryalı Edirne demek; Malatya demek… İş ve özel yaşamımın kaynaştığı bir yer; aralarındaki sınırların kalktığı, özellikle adına bundan böyle BATAR diyeceğim çatı katında geceyle gündüzün harmanlandığı bir yer. Bir yer olmanın ötesinde zaman, mekan ve ortamın bütünleştiği bir keyf yaşam büfesi orası. Eseryalı’da yaşam büfesi düşüncesiyle hazzı hissettiğim anın başlangıcına bakıyorum da 1985 yılına uzanıyor algılarımın beni heyecanlandıran bölümleri. Onyedi yaşındaki mavi Anadol’umla tozlu yollarında şarkılar söyleyerek başlamıştım tarihin o sayfasına. Yirmibeş yılın öğretilerinin köşe taşları için kutsal anlamını özümsediğim, öğrendiklerimi içselleştirmeye çalıştığım çatı katımdan esinlenip “BATAR” başlığıyla bir başka yazım olacak yakın yakınlarda. O yazımda BATARa yükselirken Eseryalı’nın şekillenmesinde yer alan dört komşumun bana ve çevreme katkılarını, etkilerini öykülendirmeye çalışacağım. Pek kolay olmadı çatıya uzanan merdivenlerden çıkmak ve rahmetli Ahmet Haşim’in sözlerine uyup “ağır ağır çıkmaya çalıştım o merdivenlerden”. Hiçbir zaman “beni merdivensiz bıraktın kör kuyularda” demedim. Bazen adam kurtarmaya çalışan baş Eseryalı’ın ip uzatıp yere pike ettirdikleri andaki hayretlerini ifade eden “Tüh Allah kahretsin; daha önce kurtardığım adamın kuyuda mı minarede mi olduğunu unuttum !” demelerine ya “sadrazam kellesi yemek” sözleriyle sahnede sitem etmelerine tanık olduğumda da şaşırmadım. Yazımın gelişen kısmında ehil ellerin diktiği Çin Bambusunun beş yıl neden sessiz sedasız toprağın altında kaldığını ve gün ışığına kavuşmak için ne beklediğini yazmaya çalışacağım. Bundan önce izninizle Eseryalı’yı yandaki slayt karesiyle biraz daha stratejik önemiyle stratejik kılmak istiyorum.

Eseryalı’da zorunlu yıkımlar beni önce üzmüştü. Meğer ne güzelliklere gebeymiş o anlamsız üzülmeler. Benim üzüntülü halime dayanamayan dostlarım nasıl çırpınmışlardı bana yardımcı olmak için. Bu çabaların etkileri son on yılımda kalp ağrılarımı bile şekillendirir olmuştu. Değmezmiş ! Geçen yıl bu tavsayan sorunu kökünden kesip attım. Böylece hem ruhum huzura kavuştu; hem de BATARın karşıdan görünüşüne bir estetik geldi. Eseryalı’da yirmibeş yıldır gönüllü yönetim birliği var tıpkı imece gibi. Geçen yıla kadar uzakta durmaya çalıştım. İzledim. Yardımcı oldum. Katkıda bulundum. Değer yaratmalarından çok değerlendirme yapmalarına destek oldum. Böylece yöresel krizlerden etkilenerek ekonomikliğini yitiren çabalara çerçeve çizmeye çalıştım. Tüm bunlar için herayın ilk pazar günü Eseryalı’daki BATAR’ın ön kısmındaki limonlukta buluştuk. “U” masamızın etrafında yer aldık. Ben hep belli bir yeri seçtim. Diğerlerinin de her oturumda nereye oturduklarını, kimleri komşu seçtiklerini, köşe kapmacada nasıl sessizce mücadele verdiklerini işaretledim. Dillerin söyledikleri ile gözlerin sesindeki farkı anlamaya çalıştım. Heray sohbetle başlardı toplantılar. Ülkenin ve yörenin genel durumuna ait görüşlerimizi paylaşırdık. Süre ve gündem belli olmasına rağmen bazen bu sohbetle başlangıç o kadar uzun zamanı alırdı ki toplanmanın temel amacına yeterince odaklanmaya zaman kalmazdı. Bugün Başbakan Erdoğan net konuşuyor “Eksen kayması yok” diyor. Belki de bu kadar acının, Diyarbakır taraflarını bir zamanların Beyrut’una çeviren görüntülerin temelinde eksen kayması yoktur da disk kayması ya da bel fıtığı vardır. Herneyse ! Eseryalı’daki o toplantılarda da eksen kayması değil ama odak kaymalarına tanık oldum. Böylece “eksantrik dostlar“ın hışmına uğrayan Eseryalı’yı görünce duruma müdahale edip “Oyun Teorisi” örneğimle uçurumun kenarına gelme, “tavuk tavuk; ben senden daha horozum” yarışına dur demeye çalışırdım. Aslında Eseryalı’lıların paylaşamadıkları birşey yok. Durum ortada. Burası bir site. Ortak alanlar için ortak beklentiler var. Bunun için bütçeleri var. Bu bütçenin uygulanmasının güncel ve pratik sonuçlarını görmek için her ay toplantıya katılan liste dışından bir komşumuz var.

Gözlere bakarım; nerelere dalıp gittiklerini izlemeye çalışırım. O güzelim pazar gününde güneşin tüm ışıkları altında kimileri ökaliptuslara sarılmış sarmaşıklar arasından Germiyanoğullarına bakıp olumlu tavırlarını sürdürürken; kimileri de mezarlığın üstünden puslu bakışlarla Ardıçaki’den denize uzanıyorlardı. Ben BATARın arkasında kalan Panormancılardaki “ben senden daha önemliyim !” tartışmasına hep birileri müdahil olur diye beklerdim. Sabrım içimde taşar ve pazardan hemen sonra oralara doğru uzanırdım. Panormancılar beni pek sevmezlerdi; ancak yine de hukuğumuza saygılarından dolayı pek ses çıkarmazlardı. Ardımdan söylenenler kulağıma geldiğinde hemen Sokrat’ın “3lü Filtre Testi” ni uygularım. Ben izin vermedikçe kimse beni incitemez. Limonluğun bana göre karşımda olan güneydoğusundaki Reisgillere akşam üzeriye doğru pek bakmamak gerekirdi Eseryalı’nın aylık pazar toplantılarında. Çünkü güneşin doğrudan gözünüze gelen ışınları laser pointer gibi yakardı Eseryalı’da. Yine de birkaç kez yaptığım oldu ve kraldan çok kralcı olunca ya “Zeytinyağlı”ya yazık oldu ya da kırgın geçen gezi sonrasında “Mısırlı Mustafendi” oldum.

Şimdi kısa kesip bu yazının mesajını vermek istiyorum: Eseryalı’lar bu pazar toplantılarında çoğukez camdaki rakamlara, zorla kabul ettirilen formatın kutucuklarındaki yorumlara bakıp değerlendirme yapmaya çalışırken; camdan dışarısını görmezler ve Eseryalı’yı dört yandan saran dost rakiplerin “değer yaratma gayretleri“nin önem ve anlamını es geçerlerdi. Belli ki onlar için de yaratılan değerlere göre yükselen kimi beklentilere ulaşamamanın yarattığı hüzün için “bu da geçer yahu; teğet geçer; takma kafana tokadan başka birşey” diye düşünüyorlardı ve delip de geçtiğini anlayamıyorlardı. İlginç olanı kimi zaman arayışlarına yakın dostları rakip görüp rakiplerine daha fazla saygı gösteriyorlardı. Tıpkı flört dönemi geçtikten sonraki evliliğin zoraki beraberlikleri gibi sıkıntı yarattığı çok oluyordu Eseryalı mahallesinde.

Bugün Eseryalı’yı size bu kadar tanıtmış olayım ve Çin Bambusuna geçeyim. Sonraki yazılarımda da Eseryalı’daki yaşamın büfesinde BATARla öğrendiklerimi öykülendirmeyi sürdüreceğim. Eseryalı toprakları bereketlidir. Eken (tohum) ve diken (fidan) eller hünerlidir. Yine de Çin Bambusu ilk beş yıl toprağın altında uykuda kalır. Eseryalı’lı sabırlıdır. Yatırımın, emeğinin değerini bilir. İçinde fırtınalar kopsa da baharda gübresini, yazın suyunu ihmal etmez bambunun. Altıncı yılın başında küçük, cılız bir sürgün görünür Eseryalı’nın bereketli toprağında. Daha yıl yarılanmadan bambu altı metre yüksekliğe erişmiştir. Tıpkı Jim Amcanın yumurtasından (J.Collins/Good to Great) civciv çıkışındaki gibi Germiyanoğulları gizlice gelip bakar şaşırır. Reisgillere gidince bu haber onlar da duyar şaşırır. Aslında pazar toplantısına katılan özel konuk ve benim dışımda diğer Eseryalı’ların kendileri de şaşkındırlar bu gelişmeye. Hemen bir ekip kurulur (ne gerek varsa !).  Sistem uzmanları fazla mesai yapıp arayüzler oluştururlar. Veriler girildiğinde şans topu çekilişi gibi “bingo” dedirtecek sonuç için heyecanla bekleyiş sürer. Bu arada atı alan Germiyanoğulları Üsküdar’ı geçer. Eseryalı’ların tüm bakışları bambunun çıkıp serpildiği altıncı yıla odaklıdır. Acı bir gülümseme belirir dudaklarımda.

Sorarım Eseryalı’lara : Bambunun gelişip serpildiği altıncı yıl ve koşulları mı daha önemlidir; yoksa beş yıl boyunca verilen emeklerin karşılığı olarak depolanan güç müdür bunun temelinde yatan? Bu sorunun doğru yanıtı Eseryalı’ların ellerindeki oraklarla ekin biçmeye gittiklerinde gözlerine çarpan verim ve kalitenin farkının nedenini doğru anlamalarını sağlayacaktır…” ya da ertesi yıla yine sıfırdan başlayıp öğrenmeyi öğrenemeyeceklerdir. Nitekim bunun en canlı örneğini ilk yılda “tavuk sersem” olduğu için yakaladıkları milyon dolarlık ek gelirden gerekli dersi almadıkları için ertesi yıl sonuç “fıssssssss” olacaktır. Germiyanoğullarının eli armut toplamıyor ki… Bir de Eseryalı’nın son BATARcısı arkası boş diklenmelerle sahnede boy gösterecek; bana kalenin önündeki çekişmeyi örnekleyerek futbolla “syn/sin”i anlatacak (ben futboldan hiç anlamam; sadece çocukken “üç kornel bir penaltı” diye bağırırdım patlak ayak topunu tepiklerken). İşte bu beni Eseryalı’da BATARcı da olsan “cin olmadan şeytan çarpmaya kalkmayacaksın; sen seni bil sen seni, bilmez isen sen seni patlatırlar enseni” diyen Atatürk Lisesi’ndeki rahmetli hocama götürüyor anılarımda (biz ona “Baklava Kazım” derdik)… Bizim BATARın başındaki ve sonundaki yabancı bireylerimiz (ki onlar hep bize tepeden bakan Panormancılardan çıkmıştır. Çünkü ökaliptuslara sarılmış sarmaşıklı alanın hemen yanında küçük bir mera vardır ve o merada bizi bir arada tutan bir öküzle bir eşek otlamaktadır. Bu iki sembol hayvan hem zorunlu ortaklığımız bitmesin diye hem de ortaklık içindeki çekişmelerde aklı ve gücü; kaosu ve dengeyi simgelesinler diye gözümüzün önünde dururlar. Bunlara da BATAR da ayrıca değinmeye çalışacağım ki 1985 yılında beni de Eseryalılı yapan rahmetli Vakıf amcayı da tanıtmış olayım….)  hep altıncı yıla odaklanır ve benzer bir toplantıda “kritik başarı faktörleri“ni irdelemede hep sonucun hemen öncesine bakarlar. İşte böyle Eseryalı’nın Ocak ayının ilk pazarındaki limonluk toplantısının anıları. Şimdi öykü yazmanın, öykü saklamanın ve öykü anlatmanın temel kurallarını yandaki slaytlardan anımsıyalım. 

Ben bu karmaşayı ve emeksiz yemek yeme çabasını çok sevdiğim elli yıllık bir film afişindeki iki İngilizce sözcüğün bir tümcede toplanmasının etkisi olarak görüyorum ve bunu Eseryalı’daki BATARı ele alacağım gelecek yazımda işlemek üzere sizlere veda ediyorum.

Yolunuz hep aydınlık olsun.

Öykücü