Yaşam Büfesinde “Masalların Gücü”

“… “Seni yine beni aldattın” diyordu ayı mağaranın içindeki sopa savaşında… “Hadi gelin benim bağımdan üzüm yiyelim” diyordu kahvede arkadaşlarına tilki… “İnsana iyilik yaramaz” diyordu çuvaldan çıkan yılana tilki… Ve “tilki gibi kurnaz olacağına kirpi gibi basit...” olsun eylemlerin demek istiyordu Jim Amca mükemmelleşme yolculuğuna çıkan şirketlerde çalışanlara…”

Merhaba

Erzurum’da yedek subayken ikinci oğlum Eray dünyaya geldi. O şimdi tıp hekimliğinde özgün tekniklerle profesörlük arifesinde. Onun, Ümit’in ve Kerem’in babası olmak benim için bir ayrıcalık. Binlerce şükür Allahım. Eray doğduğunda 300 lira doğum yardımı vermişti devlet. Üzerine 50 lira daha koyup Doğu Beyazıt’tan Standart marka bir el radyosu aldırmıştım arkadaşlarıma. O radyoyu hâlâ saklarım. Enstitü yıllarımda servisle gidip gelirken o radyoyu kulağıma dayar ve dinlerdim. Yukarıdaki sözlerim o radyodan dinlediğim Bulgar klasiklerinden üç masaldan kimi kesitler. Bu masalları kırk yıldır çocuklarıma ve torunlarıma anlattım. Herbirinin sonuna bire mesj ekledim. Bugün “tilki ile ayı”nın masalını anlatacağım. Önce bir soru…

Bugün neden masal anlatmayı yeğledim ?

Öğrenme yolculuklarında masalların gücüne inanıyorum. Belki de öykülerden daha fazla olduğuna inanıyorum. Masalların anonim yapılarıyla kabul kapılarını daha çok araladığına inanıyorum. Ancak masal kapsamında “tilki ile ayı” yı seçmiş olmamın daha kişisel bir yönü de var. Masalda yinelenen “sen yine beni aldattın” sözleri beni masalla kişisel öykümde buluşturdu.

İki yıl önce sıcak bir temmuz akşam üzeriydi. Çanakkale Boğazı’nın serin sularına baktığımızda güneş kavuşmaktaydı. Kolaylaştırıcı Koçluk öğrenme yolculuğunun gala yemeğindeydik. Kankalar birbiriyle daha samimiydiler. Duygular kelimelere dökülüyordu. İçimizden birisi “nerde durduğunuz belli değil” diyordu.

Bundan bir yıl önce yeni gelen otoritenin sorun çözmede yüksek hevesi vardı. Cesurdu. Kararlar alındı. Tüm çalışanlara duyurma görevi de bana verildi. Yola çıktım. Eylemler demetine, uygulama biçimi nedeniyle “road show” dendi. Yola çıktım. Ödül vadediyorduk. Ön koşulumuz hedeflere ulaşmaktı. Pazarın hergün zorlaşan koşullarında belli ki otoritenin hedeflere ulaşılmasında kuşkuları vardı. Adaptasyon koşullarında korkuları vardı. Yıl sonu geldi. Hedeflere ulaşılmıştı. Ancak verdiği sözü tutamadı. Ödüllendirmeyi söz verdiği netlikte yapamadı. İçimdeki ses tıpkı ayının sözleri gibi “sen  yine beni aldattın.” diyordu.

Ondan bir yıl önce Antalya’da özel amaçlı bir toplantımız vardı. Sahra gücü yeniden yapılandırılacaktı. Global bir projeydi. Gücümüzü etkili kılmada gereksinim duyduklarımızın ne kadarı potansiyelimizle ne kadarı da yetkinliklerimizle ilgili olduğu saptanacaktı. Bunun için anketler olacaktı. Grubu ürkütmemek gerekiyordu. Duyarlı bir süreçti. Duyuru ve sunumu pazarlama müdürümüz yapacaktı. Ancak arkadaşımız kalp krizi geçirip hastaneye yatında görev bana düştü. Duyarlılıkla sunmaya çalıştıysam da katılımcılardan Hayrettin aynen şöyle demişti “hayırlı bir şey olsaydı size sundurmazlardı…“. İlginç ! Hayret bişe ! Algıların gücüne bak.

Bu gibi durumlarda ne yaparsınız ?

SSTC öğrenme yolculuğunun ağırlık noktalarından birisi “müşteri responslarının ele alınması” dır. Yaşam büfesinde self servis olan başarılara ulaşma yolculuğuna bizimle çıkanlara biz deriz ki “ignore negative-keep a position-pick up positive-effectively use it”. Türkçe olarak “olumsuzu görmezden gel ve bir pozisyon belirle; olumluyu yakala ve doğru kullan“. Ben de öyle yaptım. Hatta bunu biraz daha zenginleştirmek için “gülmek vaziyeti kurtarmanın en iyi yoludur.” deyişini de uygulamaya çalıştım.

Neden bu algı oluşmuştu ?

Penaltı atışı verilmiştir. Kaleci hazırdır. Vurucu topu yerine kor. Birkaç adım geri çekilir. Topa vurur. Top dağlara taşlara gitmiştir. Vurucu ayakkabısına eğilir. Bağcıklarıyla oynar. Ayakkabının burnunu çimlere sürter. Görünen budur. İçinde fırtınalar kopmaktadır. Kahrolur. Ruhundakileri söyleyemez ki… Olan olmuştur.

Şimdi yukarıdaki öyküden iki yıl daha geriye gitmek istiyorum. Yine Antalya’dayız. Tüm sahra gücü toplandık. Otorite köklü bir değişim yapmak istemektedir. Bu isteğini beş yıldır düşünmektedir. Otorite yandaşlarını ikna etmek için ısrarlı olmuştur. Süreç aynı kısır döngüde devam etmiştir. Yinelenen pekçok yandaş toplantısı pek fazla işe yaramamıştır. Israr ve tepkiler değişmemiştir. Otorite ısrarcıdır. Yandaşlar kerhen kabul etmişlerdir. Antalya’da tüm sahra gücü toplanmıştır. Toplantı kritiktir. Moderatörlük bana düşmüştür. S.Covey‘in “sekizinci alışkanlık” kitabı baş ucumdadır. Kitabın ekindeki “çalkantılı sularda” görseli gündeme uygundur. “Liderler yolun ötesini görür.” deyişi toplantının ve otoritenin amacı desteklemektedir. Kabulleri geliştirmek için “adil süreç” olabildiğince kullanmaya çalıştım. Ancak yoğunlaştırılmış emeğim otorite yandaşlarınca destek bulmadı. Çünkü inançlar gelişmemişti. Ne günleri…

İşte bu dört olay sonunda grubun bana ait algıları şekillenmişti. Bu nedenle 2008 bana çok zor geliyordu. Belli ki bu algıların sonucu olarak istediğim on dakikalık birliktelik bile sağlanamıyordu. Üstelik bir de verilen sözlerinin tutulamayışına önderlik edince “sen yine beni aldattın.” sözleri kulaklarımda çınlıyordu. Şimdi izninizle masalımı anlatayım:

“… Soğuk bir kış günüydü. Tilki de açtı; ayı da. Yapacak işleri yoktu; yiyecek ekmekleri. Ceplerinde beş kuruş para yoktu; karınları açtı. Dört yol ağzında bir taşın üstüne oturmuş olan tilki dedi ki : “ayı kardeş gel seninle ortak olalım. Bu tarlaya bir şey ekelim. Sonra hasat eder, satarız. Parayı paylaşırız.” Ayı kabul etti. Tilki dedi ki “baştan anlaşalım; sonra kavga etmeyelim.” Uygun gördü ayı. Tilki “ben toprağın üstündekileri alayım sen toprağın altındakileri” dedi ve ayı kabul etti. Tarlaya buğday ektiler. Buğdaylar gelişti. Başaklar olgunlaştı. Tilki başaklardaki buğdayları aldı. sattı. Para kazandı. Ayıya ise toprağın altındaki para etmez kökler kaldı. Ayı dedi ki “sen beni aldattın”.

Tilkinin yanıtı netti :”baştan anlaşmıştık“. Ayı hak verdi; üzüldü. Tilki teselli etti “üzülme” dedi “bu yıl toprağın üstündekileri sen alırsın; toprağın altındakileri ben alırım” diye konuştu. Ayı çaresiz kabul etti. Kurnaz tilki bu kez da tarlaya patates dikti. Bitkiler gelişip hasat zamanı geldiğinde tilki toprağın altındaki patatesleri sattı. Para kazandı. Ayıya ise toprağın üstündeki para etmez sararmış sap ve yapraklar kaldı. Ayı dedi ki “sen yine beni aldattın“.

Tilki dedi ki “baştan anlaşmıştık“. Bu tartışmalar sonunda kavgaya dönüştü. Ellerine birer sopa aldılar. Tilki elinde uzun bir sopa ayının elinde kısa bir sopa vardı. Tilki uzaktan uzaktan ayıya vuruyor, ayı ise yaklaşıp tilkiye vuramıyordu. Ayı dedi ki” sen kavgada da beni aldattın“. Tilki dedi ki “istersen sopaları değişelim”. Ayı kabul etti. Sopaları değiştikleri andan tilki bir mağaraya girdi. Ayının sopası uzun olduğu için mağaranın duvarlarına, tavanına taklıyor ve tilkiye vuramıyordu. Tilki ise kısa sopasıyla mağaranın içinde ayıyı bir güzel döğdü…”

Ben bu masalı çocuklarımı anlatırken sonuna bir mesaj eklerdim. Derdim ki “siz de tilki gibi kurnaz olun, karşınızdakini yenin ama hiç kimsenin hakkını yemeyin.” O zamanlar Jim Collins‘i  tanımazdım. Onun yumurta, volan, kirpi ve otobüs metaforlarını bilmezdim.

Ancak şimdi anlıyorum ki bu masalı öncelikle otorite dinlemeli; anlamını anlamalı. Yola çıkarken, söz verirken daha dikkatli olmalı. Yoksa ne güven ne de emanetçilik korunamıyor. Çalışanların gözündeki mahkumiyeti önlemiyor. Belki de otoritelerin tamamında rahmetli Özal’ın bir zamanlar dediği gibi “alışırlar, alışırlar” yargısı baskındır. Belki de onlara bunun özel bir eğitimi veriliyordur. Kimbilir !

Masalı beğendiniz mi ?

Siz bu masaldan daha güzel bir mesaj çıkarır mısınız ?

Siz bu masaldan esinlenerek otoritelerinizin tutum ve tavırlarıyla ilgili bir yorum getirmek ister misiniz ?

Yolunuz hep aydınlık olsun.

Öykücü (mustafa@copcu.com)